"Bismillâhirrahmânirrahîm"
Kevser Suresi'nin bir başka ledünni manasını daha sitemizden sizlerle paylaşıyoruz.
Kur’ân-ı Kerîm'in içerisinde olan, dâhilinde olan, Mushaf’ın iki kapağı arasında olan bütün hitaplar önce Hazreti Peygamber Efendimizedir (s.a.v.) ve O’nun aynasından da bizlere yayılır. Kur’ân-ı Kerîm içerisindeki ayetler bugün de geçerli olduğu gibi kıyamete kadar da geçerli kalacaktır. Kur’ân-ı Kerîm içerisindeki bir ayet için; "bunun hükmü artık günümüzde kalkmıştır" derseniz Kur’ân’a artık bir anlam veremezsiniz. "Hükmü kalkmıştır" diyenlere de sormak lazımdır; madem size göre hükmü kalktı peki neden hâlâ Kur’ân-ı Kerîm içerisinde duruyor? "Bu sure, bu ayet direkt Hazreti Peygamberi (s.a.v.) ilgilendiriyor bizi ilgilendirmiyor" derseniz de O’nun ilmini zaten alamamış olursunuz. Bu şekilde bir düşünce sizi yanıltmaktan öteye gitmez. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) aynadır. O tebliğcidir. O kendi aynasından bizlere tebliğ etmiştir. Bugün yine Mushaf’ın iki kapağının arasında kalan her ayet her mümini, her insanı ayrı ayrı ilgilendirir. Buna da bizlerin dikkat etmesi gerekir.
Bu kavram ışığında Kevser Suresi'nin bu boyutta yansıyan bir manasını daha ortaya koymak lazımdır.
"İnnâ a’taynâkel Kevser". İlk hitapta baktığımızda Kevser Suresi, Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) "senin neslin kesiktir" diyenlere karşı bir cevaptır. Bunun yanı sıra Kevser Suresi'nin bir halinin Elest Gününde bize olan yansımalarına baktığımız zaman da görüyoruz ki; Kevser Suresi'ni kim okuyorsa, "İnnâ a’taynâkel kevser" cümlesini kim duyduysa hitap da o kişiyedir. Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) "kevser" olarak ne verildiyse o kişiye de verilmiştir. O’nun (s.a.v.) aynasından da bizlere yansıyanlardır. Çünkü Allahü Teâlâ yaratılışta; "ben filana ayrı ilim vereyim, falana ayrı ilim vereyim" diye bir oluşum gerçekleştirmemiştir. Bütün insanlık O’nun (c.c.) huzurunda tüm bu ilimleri almıştır. Araf Suresi'nin 172. ayeti buna şahittir.
"Kevser": Her insanın bir kâinatı vardır ve kâinat küreseldir. Kevser ise "o küresel kâinatın kendisidir". O kâinat, insanın hem manevi bedenidir hem kendisidir, hem de şahsıdır. O kâinatının almış olduğu ilimlerin tamamı o insanın varlığında olan ilimlerdir.
"İnnâ a’taynâ": Genel manada "katımızdan verdik" diye tercüme edilse de, Allahü Teâlâ "varlığımızda, yapımızda iken sizin oluşumunuzda verdik" demektedir. "Verdik" hitabı ise kulağa geldiği manada "uzaktan uzağa bir verme" değildir. Kendi varlığının içindeyken bize aktarılanlardır. Elest Gününde aldığımız hitap içerisinde, Amâ’da aldığımız o küçük bilinçler içerisinde, Rahmân’ın istivasında aldığımız ilimler içerisinde yani hepsinin kökeninde bu ilimler vardır. Bu ilimler; Hak’kın huzurunda durduğumuzda, Rabbimizin huzurunda almış olduklarımızdan bize ikram edilen ilimlerdir. Bunlar, bize verilen bir "kevser"dir.
Kevser, zahir manada Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) verilmiş en yüksek cennet makamı olarak tanımlanmaktadır. En güzel cennet, en yüksek cennet, Cennet-ül Alâ, Makam-ı Mahmut ise hakikatte Allahü Teâlâ’nın huzurudur. Allahü Teâlâ’nın varlığı ile cem olmak veya birleşmekten daha öte bir cennet yoktur. Köşklerle bezenmiş, yiyecek ve içeceklerle dolu keyif sürülecek bir cennet anlayışı kişilerin kendi hayalleridir. Cennet; "Allahü Teâlâ’ya yakın olmaktır, yakın durmaktır". Bizlerin aslı, geliş yerimiz de zaten cennettir, Allahü Teâlâ’nın varlığıdır. Bu manada da kişinin kendi kâinatı kendisine verilmiş olan bir "kevser"dir. Zahir manada Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) verilen ilk "kevser" ise "O’nun her an Hak ile olmasıdır".
Huzuru Peygamber makamı da bir manada "kevser"dir. Çünkü Huzuru Peygamber her an Hak ile beraberdir, Allah ile beraberdir biiznillah. Kâinatın Halef’i olarak Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.), orada Hak’tan aldığını mahlûk âlemine yayar. Bunlar kendi "kevseri" içerisinden vermiş olduğu ve insanlık âlemine tevdi etmiş olduğu, göndermiş olduğu ilimler, bilimler ile manevi ve zahir rızıklardır.
Kişinin kendi kevseri de kendi varlığını kuşatan kendi kâinatındır. O kâinat içerisinde Allahü Teâlâ’nın size verdiği ayrı ayrı ilimlerdir. Bu ilimler ise sadece ibadet ile ilgili değildir. Bir insanın kâinatı içerisindeki kendi yeteneklerine, kendine tevdi edilen, görevlendirilen işlerini yapmasına yönelik bütün ilimler ve bilimlerdir.
Yaratılışta İlahi bir sonsuzluk vardır. Bu sonsuzluğun içerisinde ise boşluk olmaz. Çünkü boşluk olduğu zaman sonsuzluğun anlamı ortadan kalkar. Sonsuzluğa bir çizgi veya sınır da çekilmez. O halde Allah (c.c.) her yerdedir ve varlığımız da O’nun varlığı içerisindedir. Biz kendi varlığımızı O’nun varlığının içinden alıp dışarıda koyabileceğimiz bir nokta yoktur. Çünkü sonsuzluk küresel olarak bütün her yöne yayılmıştır ve onun bir sınırı yoktur. O halde biz Allahü Teâlâ’nın varlığının içerisindeyiz. O varlığının içerisinde bizi kendi yaşamına yani Ruh’una bağlamıştır. Ruh; İlah’ın hayat halidir. Ruh İlah’ın can halidir. O’nun ebedi ve ezeli sonsuz yaşama kaynağıdır. O’ndan ayrı değildir. İlah’ın bir başka boyutta görünmüş haline Ruh denir.
Bizlerin beden beden, ayrı ayrı Ruhları yoktur. Tek bir Ruh vardır ve bizler sonsuz bir Ruh’a bağlıyız. Bizlerin oradaki yaşam haline bağlanmamız da bize bir "kevser"dir. Biz Allahü Teâlâ’nın hayatında hayat yaşıyoruz. O’nun ilminden ilim sahibi oluyoruz. Bunun tamamı ve bunun içine girecek daha birçok konu, O’nun bize ikram etmiş olduğu "kevser"dir. Kevser bir manada da; kendi varlığında ayrı bir hayatmış gibi bize idrak ettirip aslında kendi hayatı ile beraber yaşatmış olduğu bir bedenler âlemidir yani bizim kendi kâinatımızdır.
Kevser bir diğer manada da kendi beden âlemimizde veya nurani beden âlemimizde veya kâinat halindeki beden âlemimizde, İlah’ın varlığının bilincine ulaşmak, O’nla (c.c.) beraber yaşadığımızı hissetmektir.
Allahü Teâlâ, "Biz sana kevseri verdik"derken; "sizi kendi varlığımızda birleştirdik, bilinçlendirdik fakat kendi hayatımızla size hayat verdik"demektedir. "Kendi hayatımız içerisinde siz hayat yaşadığınızı zannediyorsunuz ama aslında biz sizle beraber yaşıyoruz, siz aslında bizle berabersiniz"demektedir. Bu anlayış ise; insanı insan yapan, insanı gerçek manada Allahü Teâlâ ile cem eden bir anlayıştır.
Biz bu hallerden düştüğümüz zaman ise Ruh’tan ve o kevser halinden kopuyoruz. O kâinat halimizden kopuyoruz, uzaklaşıyoruz, en alt derecelerdeki varlıkların seviyesine iniyoruz. O zaman da kendi ferdi yaşamımıza başlıyoruz ve hiç kimseyi istemiyor, bencilce yaşıyoruz. Hayat hakkının sadece kendimize ait olduğu düşüncesi içerisinde, hakikatten uzaklaşmış bir vaziyette hayat tüketiyoruz. İnsanın bencil bir yaşama düşüncesi hali içine girmesi kendine verilen o kevseri reddetmesine, unutmasına, nankör bir halde ferdi ve bencil yaşamasına ve aşağıya düşmesine sebep oluyor. Bu hal ise, Allahü Teâlâ’nın kevser halindeki itikadımızı veya inancımızı veya hissiyatımızı kaybetmemizdir.
"Fe salli li rabbike Venhar": Şerri manadaki ibadetler açısından ayete verilen manayı burada tekrarlamaya gerek yoktur. Burada öncelikle anlatmamız gereken “Salli” halimizin yani namaz halimizin hakikatidir.
Bizler biliyoruz ki zaten Allahü Teâlâ’nın varlığındayız. Bizim kendi varlığımız ise Allahü Teâlâ’nın bize bir ikramıdır. O (c.c.) dilerse bizi tekrar o nur taneciklerinin en alt yapılarına kadar alır, bizdeki o bilinci, o Ruh taşıma iznini, o ilim taşıma iznini tamamen alır, bizi dağıtır, bitirir. O halde O’nun varlığında bilinçli olarak olmak, O’nun ile beraber cem olmak, Allahü Teâlâ ile birlikte yaşadığımızı hissetmek ve O’na o minnettarlık ile yönelmek “salli” dir yani namazdır.
Elest Gününde Allahü Teâlâ "Ben sizin Rabbinizim" dediğinde, biz O’nun varlığı içerisinde küresel bir tavaf halindeyken, “Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediğimiz hal ise ilk “Sallimiz”dir, ilk salâtımızdır (Araf Suresi, 172). Ondan sonraki halimizde de her an kalben Allah ile olmamız, varlıkta, hayat halinde, yaşayış halimizde, Ruh’a ve ilme bağlılık hallerimizle, O'nun (c.c.) akıl âlemine, görme âlemine ve duyma âlemine de bağlılığımızı her an hissetmemiz de Allahü Teâlâ’ya salâttır.
Venhar yani Kurban ise; nefsi olarak, ferdi yaşamımızı İlahi yaşamın varlığına (zaten O’ndan geldik) gönüllü olarak hibe etmemizdir. Allahü Teâlâ için yaşamak, Allah ile yaşamak da budur. Ayetteki "kurban kesmek - venhar” manası "O’nunla beraber yaşamak" demektir. Bunu da bizden gönüllü yapmamızı istiyor. Allahü Teâlâ Fussilet Suresi 11. ayetinde belirttiği gibi “Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, 'isteyerek veya istemeyerek gelin' dedi. İkisi de, 'İsteyerek geldik' dediler.” Bizdeki gönüllülük halini de bu ayetteki gibi isteyerek yapmamızı buyuruyor. Ayetteki yer, gök ve arasındakilerin böyle söylemesinin manası da şöyledir; "bütün mülk, varlık zaten senin. İstesen de biz sendeniz, istemesen de sendeniz. Elbette senin dediğin gibi olacak"...
"Fe salli li rabbike Venhar"ayetinin bir manası da şöyledir; "biz istesek de sendeniz, istemesek de sendeniz. Elbette varlığımız zatınızındır. Bizim sahiplenecek hiçbir zerremiz yoktur". Salât da kurban da budur. Yeryüzünde kıldığımız namazlar bize bu hali hatırlatır. Ama bize sırf bu hakikatleri unutturmak için "namaz borcunuzdur" diye bir şey uydurmuşlar. Kulun Allahü Teâlâ'ya borcu olmaz. Allahü Teâlâ'nın da kula borcu olmaz. Bu mümkün değildir. İbadetin de gönüllü olması lazımdır. İbadetlerimizi borç olarak değil de O’nu sayıp, sevdiğimizden dolayı yapmalıyız. Secdemizin O’na doğru bir secde olması lazımdır. Borç ödemek, sevap biriktirmek kavramları esfeli safilin halleridir. Allahü Teâlâ’yı biz sevap ile sevmeyiz veya ibadetimiz ile O’nu sevmeyiz veya ibadet ettikten sonra hemen "bunun karşılığını ver "deyip de huzurunda pazarlığa durmayız. İşte o zaman nankör oluruz, Allah muhafaza etsin!
Her an O’nunla O olmak. Her an O’nda yaşadığını unutmamak salât halidir. O’nun dilemesiyle olmuş olan her şeyi geri O’na teslim etmek de kurban kesmektir.
"İnna şânieke huvel ebter": İnsan Hak ile Hak olunca, O’nda O olunca, O’nunla beraber yaşamayı anlayınca, kendi varlığını kesmiş, iptal etmiş, hibe etmiş, benliği bırakmış bir vaziyette olunca, o kişinin nesli de olmaz. Biz O’nda ebedi bir hayata geçmiş oluruz. Zahir manada nesli devam ettirme manasında değil, varlığımızı ebedi olarak O’na hibe ettikten sonra ebedi bir sonsuzluğa geçmiş oluruz.
Allahü Teâlâ doğmamıştır, doğrulmamıştır. Eşi benzeri ve şeriki yoktur. Dolayısıyla kendisi de yeni bir Allahü Teâlâ (hâşâ) ortaya koymaz. Bu manadan baktığımızda anlıyoruz ki "ebter" kelimesi vahdeti de içermektedir. O, kendinden bir daha yaratıp ortaya koymaz. Çünkü sonsuzluk bir tek İlah’ı alır. O sonsuzluğa bir başka İlah koymak; sonsuzluğu, kâinatı yani her türlü düzeni bozar. Ayetteki "ebter"in bu boyuttaki manası şöyledir; "O’nunla O olduğunuz zaman işte ebedisiniz. Sizin yeryüzündeki hayatlarınız dahi artık O’na aittir. Varlık âlemindeki hissiyatınız batın âlemdeki hissiyatınız ile, varlık âlemindeki yaşamınız batın âlemdeki yaşamınız ile birleşmiştir. Artık varlık âlemindeki istek ve arzularınız kalmamıştır. Tüm varlığınızı ve hissiyatınızı, gönüllü olarak, O’na kurban etmekle, hibe etmekle, her şeyinizi tekrar O’na vermenizle kendinizi kurban ettiğiniz gibi, 'benim, ben de varım' deme haliniz de biter yani ebter haline geçer".
Aslında ihlâs da budur. Her an Allahü Teâlâ ile olmak ve O’nunla yaşamak da varlık âlemimizi O’na kurban edip her türlü isteklerimizden ebter olmak da ihlastır. İhlâs aslında Allahü Teâlâ’ya mahsustur. İhlâs, O’nun isimlerinden bir isimdir. Bizler aslında "İnnâ lillâh"ta, Allah’ta öyleydik. Varlığa geldik, o hallerimizi unuttuk.
"İnnâ lillâhi" (Bakara, 156); "Allah'tan var olduk" demektir. Oradayken, O'nun varlığını küçücük bilinçler halinde de olsa hissederken, kevser halini bulmuş, onu zevk etmiş ve o kevser halimiz ile beraber biz O’na “Evet sen bizim Rabbimizsin” demişiz. Oradayken salât halindeyiz ve varlığımız artık orada bitmiş durumda. Zaten hibe etmişiz yani kurban etmişiz. Kurban, hayatı yok etmektir. Kurban, bizim de orada "varlık âleminde bir hükmümüz yoktur" deyip kendimizi hibe etmektir. Varlık âleminde tekrar benlik ilan etmemek, isteklerden vaz geçmek de yine "ebter"in içerisine girer.
"İnnâ a’taynâkel Kevser. Fe salli li rabbike venhar. İnne şânieke huvel ebter"demek; "Allah ile olan yaşamayı unutmamak, Allah ile Allah için olmak, Allah'ın varlığında her şeyi sahibine vermek, benlikten vazgeçmek ve O’nla beraber ebedi hayata geçmek" demektir.
Ülkemizin gittikçe artan sıkıntıları içerisinde ve kendi varlık âlemimizin sıkıntıları içerisinde ihlâslı yaşamayı, ihlâslı düşünmeyi öğrenebilmek için, O’nun varlığında O bize "var olun" dediği için, var olduğumuzu bir daha anlamak için, O’nun bize verdiği hayatı, kevseri bir daha kavramak için, fakat verileni de geri asıl haline doğru "evet, ben değil de siz varsınız ve bizde var sandığımız benliğimiz de yine sizin yönetiminizde" deyip orada varlığımızı kurban etmek, iptal etmek, isteklerimizden vaz geçerek, İlah’ın bizim üzerimizde yaratmak istediklerini serbest bırakarak (biz istesek de istemesek de zaten serbesttir) O’na hibe etmek varlıkta ebter halimizi ortaya koymaktır. Siz çekileceksiniz ki aradan, geriye kalsın yaradan...
İnşallah Allahü Teâlâ’nın bize olan Kevser’inin kıymetini bilip onun şükrünü eda etmek için, geri her şeyi O’na iade etme, varlık ve nefsimizi O’na kurban etme, isteklerimizin zürriyetini kesme, hakikatten istekler âleminden çıkma, ve her şeyi O’na bırakıp teslim etme hallerini yaşarız. Bunun için de; Allahü Teâlâ’ya "Ya Rabbi hüküm senindir. Bizim üzerimizde tecelli ettireceğin her şey sendedir. Sen bizim üzerimizde nasıl ayna olacaksan, senin o şekildeki her türlü hükmüne de biz razıyız" deyip, Hakk’ı Hakk’a teslim etmek, venhar haline geçmek, salât haline geçmek gerekir. Hakikatte ise zaten Hak O’nundur.
Kevser Suresi'ni Allahü Teâlâ ile beraber yeniden bir algılama ve yaşama halini ancak O’ndan dileriz. O’ndan isteriz. Biliriz ki O dilemezse hiçbir şey olmaz. Bizde bu dilekleri ve istekleri yaratmasını arzu ederiz. Geri kendi varlığında bilinçlendirdiği bilinçleri de O’nun bilincine teslim etmek halini arzu ederiz...
Varlık âleminde ki ebter halini yaşamış, isteklerden sıyrılmış, istekleri bitmiş; arzulardan sıyrılmış, arzuları bitmiş; hayat haklarından sıyrılmış, hayat hakları bitmiş bir vaziyette, O’nda O ile O olma makamına çıkmış insanların çoğalmasını isteriz. Bu makamdakiler çoğalsın ki yeryüzünde barış ve kardeşlik ortamı böylece oluşsun inşallah. Belki de öyle zuhur eder inşallah.
Cafer İskenderoğlu
Mart, 2016 Sohbetinden..