Sizlere bu makalemizde Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v) anlatmaya çalışacağım. Gerçi O’nu anlatmaya ne kalemler ne de sayfalar yeter ama biz acizane kısada olsa Resullah Efendimizi (s.a.v.) anlatmaya çalışalım.
Biz genelde sözlerimize yaratılışla başlarız, makalemize de öyle başlayalım İnşaallah. Çünkü her şeyin başlangıcı yaratılıştır. Sonu yine yaratılışa anına dönmektir. Bildiğiniz üzere Kur’ân-ı Kerîm’in en baştaki suresi Fatiha suresidir. Ondan sonraki suresi olan Bakara suresi ise “Elif lam mim” diye başlar.
Yaratılışın başlangıcı da “Elif Lam Mim”dir. Buradan biz de Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) doğru manevi bir yolculuk yapacağız İnşallah.
Elif, Lam, Mim, Taha, Ya ve sin... Kur’ân-ı Kerîm’de Hurûf-u Mukattaa harfleri mevcuttur (Kur’ân-ı Kerim’de bazı sûrelerin ilk ayeti olarak gelen Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Hâ Mîm, Hâ Mîm Ayn Sîn Kaaf gibi birkaç harften oluşan, bazen de Sâd, Kaaf, Nûn gibi bir harften meydana gelen bağımsız harflere “Hurûf-u Mukattaa” denir). Bu harflere (belkide) bu zamana kadar bir anlam verilmediği için sembol olarak isimlendirmişlerdir.
Elif; bir noktanın halinden başlar. O nokta bizim bilmediğimiz alem olan Amâ’yı temsil eder (başlangıç olduğu için nokta dedik fakat Amâ sonsuzluğu kaplamıştır). Elif, Amâ’daki Allahü Teâlâ’nın İlah isminin zuhura gelmesinin ana temsilcisidir. Haliyle Amâ’daki sayısız esmanın hal ve hareketlerinin bir araya toplanmışı, Elif’te cem olmuşu demektir. Onunla beraber Allahü Teâlâ’nın ilimlerinin dilediği kadarını, Elif üzerinden Zatından Zatına tecellisine hazırlamasıdır. Elif, Allahü Teâlâ’nın “Ben bilinmekliğimi murat ettim” yani “yarattıklarım tarafından bilinmeyi istedim, onun için alemleri yarattım” mübarek Kelam’ında Elif, kendi bilinmekliğini ortaya çıkarandır. Allahü Teâlâ’nın Amâ’dan varlık alemine sayısız esmasının Nurlar halinde zuhurunun başlangıcına Elif denir. Başlangıcı Besmele ile de ilişkilidir. Besmelenin Bismillah kısmı yani Bism, İlah kısmı Elif’e aittir. Elif onun içerisinde saklıdır.
Lam: Açıklamaya kutsi bir hadîs-î şerifle başlarsak Allahü Teâlâ Peygamber Efendimize (s.a.v.) hitaben şöyle buyuruyor; “Ey habibim sen olmasaydın alemleri yaratmazdım”. İşte Lam’ın hükmü de budur. Lam, içersinde bu inceliği bu güzelliği Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yaratılışını, kâinata zuhurunu Allahü Teâlâ’nın Zatından Zatına tecellisinde oluşan tüm Nurların toplamı olan Lam, yani Hazreti Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in manevi halini, Nurani halini, yaratılmış her şeyin ana yapılarını kendi varlığında bağrında taşıyandır. Elest Günü’nde, 6 aşamada yaratılıştan önce insanların birinci aşamada, yani NUR halinde iken Allahü Teâlâ’nın huzurunda ve Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) manevi kuşatması altında bulunduğu halini de Lam, kendi varlığında saklar. Lam, aynı zamanda besmelenin de içerisindedir (Bismillah, Elif’i temsil ediyordu). Er Rahman işte orada Lam’dır. Çünkü Rahman tüm kâinattaki bütün yapıyı dizayn eden, onlara yörüngelerini, hallerini ve hareketlerini bildiren ve onların her zerresine zuhur eden yani istiva eden, Rahman’dır. Onları dengede tutan Rahman’dır. Onları vücut alemlerinde ayakta tutan Rahman’dır. Kâinat içersinde de düzende tutan,(Rahman süresinde geçtiği gibi) hesap üzerinde tutan, yörüngeleri kendi çevresinde tutan, insanları ve diğer yaratıkları bulundukları gezegende yerçekimi ile birlikte dengede tutan Rahman’dır. Dolayısıyla burada Lam aynı zamanda Rahman’ın bütün sırlarını barındıran demektir. Rahmân, aynı zamanda Hazreti Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in NUR halindeki alemden beden alemine doğru (bütün kâinatın beden alemine doğru) zuhuratından başlayan bir yolculuktur. Nasıl yolculuktur? Işıktan enerjiye, enerjiden atom altı yapıya, sonra atoma, atomdan moleküle, molekülden hücreye kadar yapılan bir yolculuktur. Bu yolculukta bulunan her bir zerrede Rahman’ın bulunması, Rahman’ın istiva etmesidir.
Mim; Allahü Teâlâ’nın kâinatında ve diğer yaratmış olduğu o sonsuzluğun içinde (ne kadar yaratık yaratmış ise), o varlığın tamamını teslim ettiği, “kâinata halifemdir” diye Adem şahsında ilan ettiği “Hazreti Peygamber’dir (s.a.v.)". Mim, aynı zamanda Besmele’nin içersine baktığımız zaman Allahü Teâlâ’nın “Er Rahim” ismi şerifinin ve kudretlerinin sarıp sarmalamış olduğu, kuşattığı tüm yapıdır. İşte Mim, Hazreti Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v.). Onun için Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)Allahü Teâlâ’nın Kâinata, alemlere Rahmet olarak gönderdiği Peygamberdir. Bunun hikmeti “Mim” oluşudur. Elif Lam Mim’deki Mim’in içerisindeki sırlı hikmet ise; tüm Rahim’in(yani Er Rahim’in) kâinatın neresinde (varlığında zerre halde bile) bulunursa bulunsun tüm kainatı kaplamasıdır. Mim’in yani Hazreti Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) Nurani varlığı bütün kâinatı her zerresine kadar kaplamıştır. Beden alemlerinde de nerede olursa olsun o Rahman; Rahim ismi şerifinin muhafazası altındadır. Yerlerde ve göklerde hatta tasavvufta bahsedilen “Huzuru Peygamber” dediğimiz Hazreti Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) mana alemindeki makamının halinde de yine Rahman Er Rahim ismi şerifinin kuşatması altındadır. İşte az önce belirttiğimiz gibi Hazreti Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) alemlere Rahmet olmasının hikmetinin sırları yine Elif Lam Mim’in içerisindeki Mim harfinde gizlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hurûfu Mukattalar denilen, Mukatta harflerinin bir kısmını az da olsa açmaya çalıştık. Henüz vakti gelmediği için detaylarına giremedik. Yani Elif Lam Mim, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.
Demek ki; Elif Lam Mim, bütün yaratılışın başlangıcını Rahman’la hepsini kuşatmasını ve o her varlığın içersindeki zerre zerre Allahü Teâlâ’nın Rahman sıfatının, isminin, ismi şerifinin ve onun kudretinin zuhuru ve istiva etmesi Bismillâhirrahmânirrahîm’in, Rahim ve Er Rahim’in Mim’in Allahü Teâlâ’nın Rahim ismi şerifinin ve kudretleri ile kuşatılması anlamındadır.
Ha Mim de “Ha, Hu” Allah’ı (c.c) temsil eder. Allah’taki (c.c) o “Ha, Hu” kelamının aslı Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Allahü Teâlâ’nın ismi şerifi ile beraber anılmasının sırlarını taşır. Eski tasavvuf kitaplarında cennet aleminin tariflerinde cennetin her köşesinde Hazreti Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) ismi ile Allahü Teâlâ’nın isminin bir arada yazıldığından bahsedilir. Yani “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah”... Tabi ki bunlar sembolik anlatımlardır. Onların altında başka sırlar vardır. İnşallah onları da açıklayacağız.
Bir insanın İslam olabilmesi için, tam manasıyla tam kemaliyle Müslüman olabilmesi için, Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) imanın ilk şartı olarak koyduğu “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” kelamını yani “kelime-i şahadeti” getirmesi lazımdır. (Hurûfu mukataalardan) Ha Mim’de; “La ilahe illallah” Ha’nın içerisinde, “Muhammeden Resulullah” ise Mim’de gizlenmiştir. Demek ki zahir manada “Ha Mim” derseniz “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” veyahut da Ha Mim’in manasını bâtın alemde yaşayarak bilir ve söylersiniz, şahitte olmuş olursunuz ki; Eşhedü’yü başına getirirsiniz. “Eşhedü”, şahit oldum ki anlamındadır. İşte o zaman, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlühu” cümlesini tasavvufun ve Kur’ân’ın derinliklerinde “Ha Mim” kelimeleriyle söylemiş olursunuz. Hatta sadece söylemekle kalmazsınız. “Ha Mim”de yaşarsınız, vücut bulursunuz. “Ha Mim”de kaybolursunuz!
Malumunuz kâinattaki bütün insanların hepsi Arapça bilmiyorlar. Biz Kur’ân’ın RAB’ça olduğunu, kâinattaki ortak dilinde RAB’ça olduğunu açıklamıştık.(Bakınız Ledün damlaları Rabbin lisanı) Haliyle “Ha Mim” zikri kâinata dağıldığı zaman orada ne kadar Adem nesli var ise manevi kulaklarıyla veya zahir kulaklarıyla bu kelimeyi duydukları zaman onlarda Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) salavat getirirler. Yani Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sadece yaşadığımız yerküreden değil, bütün kâinattaki mahlükattan, melekut aleminden, cinler aleminden ve canlı cansız diye bahsettiğimiz alemlerden olsun sevenleri vardır. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) duyulan sevginin en meşhur örneklerinden birisi şudur; Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) henüz Mescidi Nebevi yapılmadan önce bir hurma kütüğü üzerinde sahabelere uzun süre hitap etmiştir. Mescidi Nebevi’nin yapılmasıyla birlikte sohbetlerine orada devam etmiştir. Bu hale çok üzülen (üzerinden halka hitap ettiği) hurma kütüğü Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) onu terk etmesinden dolayı lisanı halle ağlamış ona olan sevgi ve özlemini dile getirmiştir.
Bu nedenle diyoruz ki “Ha Mim” kelimesini kâinattaki hangi varlık duyarsa duysun ya da hissederse hissetsin oda beraberinde Kelime-i Şahadet getirir. Onlarda bu sözün içersinde “La İlâhe İllâllah Muhammeden Resulullah”Mübarek kelamının olduğunu bilirler, idrak ederler.
Ama asrımıza bakıyoruz, (maalesef) bizler kendimizi beden aleminde küçük gördüğümüz için Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) de 1400 yıl önce 63 yıl bu beden aleminde yaşamış, sıradan bir hayat sürmüş kişi gibi görüp O’nun varlığını basite indirgiyoruz. Bizler haşa onu ilahlaştırmıyoruz. O’nu yücelten, göklere çıkaran zaten Allahü Teâlâ’dır. Bizler Kelime-i şahadeti söylerken “La ilahe İllallah - Allah birdir, O’ndan başka İlah yoktur” diyoruz. “Muhammeden Resullah”ile tamamlayarak da Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Allahü Teâlâ’nın elçisi ve Resulu olduğunu, kâinat içerisinde O’nun habercisi ve halifesi olduğunu idrak edip söylüyoruz. Kâinat Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Allahü Teâlâ O’na yüce yüce makamlar vermiştir. Allahü Teâlâ’nın her Şen’inde yani her “an” yaratmasında muhakkak suretle Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) izleri vardır. İki sevgili, biri İlah biri Resulü kâinattaki tüm hallerde Biiznillahi Teâlâ beraberlerdir.
Zaten Amâ’da her şey, her varlık beraberlerdir, ayrılmamışlardır. Yüce Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Milâddan sonra 571 senesinde bizim dünyamıza teşrif buyurmuşlardır. Bizlere de ne mutlu ki onun döneminden sonra gelmişiz. Gerçi onun döneminde gelip onunla direkt şereflenemedik ama ahir zamanda da gelsek, yine onun izlerinden, onun bize getirdiği o güzel dinin rüzgarlarından, manevi kokularından bugünde olsa inşallah tüm İslam aleminin hâlâ istifade ettiği gibi bizlerde istifade ediyoruz. Onun irşatları hala sürmektedir. O’nun yeryüzüne saldığı o Rahmet hala sürmektedir, Biiznillahi Teâlâ. O Rahmet Peygamberidir. İnşallah bizlerde O’nun sevgisini kazananlardan ve manevi defterine yazılmışlardan olalım. Bu defteri de zahir manada bir defter olarak algılamayın. O manevi defterdir, O’nun gönül alemidir. Sohbetlerimizde Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bizzat tanımadığı kişileri ümmetlik defterine yazmadığını belirtmiştik. İşte bizlerde İnşaallah O’nun gönül defterine yazılanlardan, ilmiyle iştigal edip, O’nun izinden giderek dinimizi yaşayanlardan olalım. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çevresindekilere nasıl büyük bir sevgiyle ve şefkatle hitap edip onları o şekilde kucaklamışsa, bizler de o izden gitmeye çalışıp çevremizdekilere böyle davranalım. Biiznillahi Teâlâ Allahü Teâlâ’nın sevgilisi makamında yaratılmıştır. Allahü Teâlâ direk Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) habibim diye hitap etmektedir. Habibim, demek sevgilim demektir. Fakat O yüce yaratılmış varlıkların dünya hayatları hep çileli ve sıkıntı içerisinde geçmiştir. Çünkü onlar biliyorlardı ki, bu dünyada ki beden hayatları bir saniye gibi gelip geçecek. Bu nedenle de dünya saltanatına hiçbir zaman dönüp bakmamışlardır. Peygamberlerin hayatlarını incelersiniz çoğunluğunun bu şekilde olduğunu görürsünüz. Bazı peygamberlerin dünyada saltanat yaşadıklarını okursanız da, biliniz ki hakikatte onların hayatlarının da iç alemindeki almış olduğu görevlerinden dolayı hep huzursuzlukla geçmiştir. Örneğin; Süleyman AS’la ilgili anlatılan menkıbeler de şöyle bahsederler:
Süleyman AS’ın nerdeyse bütün dünyaya hakim olduğunu, saraylar yaptırdığını, emrinde sadece bu dünyadaki insanlar değil, cinlerin güçlülerinden ve seytanın ileri gelenlerinden olan ifritlerin de olduğundan bahsedilir. Kur’ân ayetlerinde geçtiği üzere yeryüzünden ve denizin dibinden onun için mücehverler çıkarmışlardır. Fakat bunlarla beraber aslına bakarsanız, Süleyman AS öyle huzurlu bir hayat geçirmemiştir. Çünkü o zorla emrinin altında bulunan enerji varlıklar her zaman Süleyman AS’ın en ufak bir dikkatsizliğini, uyumasını ve dünya hayatından göçmesini dört gözle bekliyorlardı. Allahü Teâlâ’nın ona vermiş olduğu bir güç ile korkularından hayattayken ona hizmet ediyorlardı. Süleyman AS son zamanlarında asasına dayanmış vaziyette cinleri ve ifritleri çalıştırırken, onlar göz uçlarıyla sürekli onu takip etmekteyken, o esnada Ruhtan koparılmıştır. Fakat o varlıklar hala onun yaşadığını düşünüyorlardı. Ta ki yaslandığı asasını kurtlar yemek suretiyle parçalayıp yere düşünceye kadar. İşte o zaman o varlıklar her şeyi bırakıp gittiler. Yani dışarıdan bize Süleyman AS çok büyük bir saltanat yaşamış gibi görünse de, son nefesine kadar dahi bir tereddüt içerisinde kurmuş olduğu düzeni bu enerji varlıklar yada yoldan çıkmış insanlar ne zaman yıkacaklar diye her an uyanık olmak gibi bir sıkıntı içerisindeydi. Peygamberlerin hayatları çilelerle doludur. En büyük çileyi çeken Eyüp AS diye anlatırlar. Bunun yanında İdris AS ve Musa AS da yaşadıkları dönemlerde halk tarafından eziyetlere ve çilelere maruz bırakılmışlardır. Onların hayatlarını okursanız bu hususlara rastlarsınız.
Fakat bu çilelerin ve sıkıntıların en büyüğünü Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çekmiştir. 63 yıl süren dünya hayatı boyunca son nefesine kadar sıkıntılar çekmiş, en yakınındakilerin ihanetlerine sabretmek zorunda kalmıştır. Bu çektiği sıkıntılara rağmen O hep insanları şefkatle ve merhametle kucaklamaya devam etmiştir. Biz kitabımızda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) doğumundan, dünyasını değiştirdiği ana kadar olan hayatını anlatmayacağız. Biliyorsunuz O’nun hayatını anlatan çok güzel kitaplar var, Allahü Teâlâ yazanlardan razı olsun İnşaallah. Bu vesiliyle tüm insanlara Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatını, üzerinde çok iyi düşünerek okumalarını istirham ediyoruz. Çünkü O’nun hayatını okumak, onu tanıyıp örnek almaya vesile olduğu gibi aynı zamanda da kalplerinizde Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı olan sevgi ve muhabbetinizin artmasına da vesile olur. Çünkü son dönemlerde bilinçli olarak yönlendirilen olaylar vuku bulmaya başladı. Bazı güç odakları (haşa) peygambersiz bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Bizi bu konuda üzen ve düşündüren en büyük husussa kendisine dini alim diyen, etiketli müslaman kişilerin de bu hususa destek veren açıklamalarda bulunmalarıdır. Onlar nefislerine yenilmektedirler.
İşte televizyonlarda ya da sohbetlerde bazı etiket sahibi insanlar Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) sanki asker arkadaşları ya da kapı komşularıymış gibi “Muhammed” diye hitap ediyorlar. Maalesef sanki O’nunla aynı makamdaymış gibi direk ismiyle hitap edip edepsizlik yapıyorlar. Bunu onlara yaptıran nefislerinde ki kibirdir, insan makamında olmadıklarından dolayı yapmaktadırlar. Allahü Teâlâ onlarıda insan makamına çıkartır İnşaallah. Yani Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) sıradan birisiymiş gibi görmeleri bizi çok ama çok üzmektedir. Çünkü yukarıda yazdık; Elif’in, Lam’ın ve Mim’in içerisinde bulunan Besmele’nin Rahim’inde muhafaza edilen bir Peygambere siz nasıl böyle hitap edip sırdan birisiymiş gibi gösterebilirsiniz. İnşaallah onun manevi defterine yazılanlardansak, onun ahir zamandaki ümmetinden olabiliyoruz. Yoksa bir kişi çıkıp ben O’nun ümmetiyim demesiyle, O’nun ümmeti olamaz, bu kesinlikle böyledir. Kusura bakmayın o kadar kolay değil O’na ümmet olabilmek. O’nun ümmetinden olabilmek için tertemiz bir gönül lazım, dedikodudan ve iftiralardan uzak durmak lazım, kıskançlıktan uzak durmak lazım, kendinden önce komşusunu düşünmek lazım, aynı manevi yolda yürüdüğün arkadaşına öncelik vermen lazım. Yani sıkıntıları kendi üzerine alıp rahatlığı arkadaşlarına vermen, fedakarlık yapabilmen lazım.
Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde yapılan savaşların birisinde şöyle bir menkıbe anlatılır; "savaş esnasında su dağıtmakla görevli bir sahabe yaralılara su dağıtmaktadır ve sadece bir kap su kalmıştır. Ancak yaralı olan herkesin de suya çok ihtiyacı vardır. Fakat kime su uzatsa kendisinden sonrakinin daha çok ihtiyacı olduğunu söylerler. En sonda bulunan kişiye ulaşıp da oda en baştakini işaret edince, su dağıtan tekrar en baştakine döndüğü zaman hepsininde şehit olduğunu görür". İşte gerçek manada İslam kardeşliği budur. Böyle davranabilirseniz Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) gönül alemindeki ümmetlik defterine kaydolabilirsiniz. Fakat bizler bu devirde bakıyoruz, kendilerini derviş diye adlandıran, tasavvuf ehliyiz diyen kişilere; tamam bunlar Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) izinden gidiyorlardır, onun ahlakıyla ahlaklanmışlardır diye umarken, bir de bakıyoruz ki, bizler eli sopalı dervişleriz diyorlar. Bu hususları çok iyi düşünmemiz lazım.
Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanının büyük bir çoğunluğunu mescidinde geçirirdi. Orada kendisini ziyarete gelenlerin sıkıntılarını dinler, yardımcı olurdu. İslam’a girmek isteyenlere İslam’ı tebliğ ederdi. Etrafında bulunan hafızlara ayetleri tekrarlatır, onları bir sıraya sokardı. Zamanının çok az bir kısmını hurma bahçelerinde geçirir, yeşillikleri sevdiği için hurma ağaçlarının altında dinlenirdi. Zamanının çoğunu ise insanlara manevi hizmetler ve ilimler sunmak için kullanırdı. Fakat muhatap olduğu insanlar içerisinde çok nazikleri olduğu gibi kaba olanlarda vardı. O’na nasıl davranırsalar davransınlar O herkese sevgi ve şefkatle muamele ederdi.
Kaba davranışlarla ilgili hususa gerçekten yaşanmış bir olaydan örnek verelim; "bir gün Hazreti Peygamber Efendimiz(s.a.v.) mescidinde halkla beraberken, içeriye bir bedevi girer. Bedevi çölde Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) namını duymuş, İslam’ı tebliğ ettiğini öğrenmiş, “nasıl bir din bu İslam” diye merakından Medine’ye gelmiş. Bu zat daha mescide girer girmez, önce mescidin bir köşesine bevl eder. Daha sonrada kaba bir ses tonuyla “Muhammed kim?” diye haşa bağırır. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendisinin olduğunu söyleyip bu zatı muhabbetle kucaklayıp karşısına oturtur. Daha sonra o kişeye İslam’ı tebliğ edip, yanlışlarını anlatırdı". Fakat düşünün bugün aynı hal bir mescitte yaşansa, bizler o adamı orada linç ederiz. Ama Peygamber Efendimiz (s.a.v.) öyle davranmamıştır. Bizlerde eğer ahir zaman da O’nun izinden gidenlerdensek, gönül defterine yazılıp da “ahir zamandakiler benim kardeşlerimdir” hitabının mazharı isek, bizler de Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi davranmalıyız. Bizim ahlakımızın da O’nun ahlakına benzemesi lazım. Biz O’na yüzde yüz benzeyemeyiz. Çünkü Allahü Teâlâ O’nu alemlere rahmet olarak yaratmıştır. Her an Er Rahim sıfatının ismi şerifinin, O’nun güç ve kudretinin muhafazası altındadır. Ulvi İnsan-ı Kamillerin ve bütün peygamberlerin en üstünde olan bir varlığın tüm ahlakına bizim kavuşmamız imkansızdır. Fakat O’ndan bize bir zerre bile düşe yeter, çünkü nasıl ki kâinatta ki çok dev boyutlarda bir gezegene düşen bir yağmur damlası bizim dünyamıza düşse kırk tane okyanus oluşturur, işte bu yağmur damlası gibi O’na yağan rahmet damlalarından bir tanesi, O’nun güzel ahlakından bir damlası bir insana zuhur etse, yerleşse o zaman o kişi onun ahlakıyla ahlaklanmış olur.
Zaten kendisine İslam’ım diyen, O’nun ümmetiyim diyen birisinin önce Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ahlakıyla ahlaklanması lazımdır. Çünkü ahlakı olmayanın, bencil yaşayan bir kimsenin kıldığı namaz bile, tıpkı bir robotu namaz kılmaya programlayıp onun namaz kılması gibi olur. Yani o ibatedini insan makamında yapamazlar. İşte İslam’ın amacı da insan adaylarını önce unuttukları insanlık makamına çıkartmaktır. İnsan makamına çıkmak içinde ilk önce örnek alacağımız, ilim alacağımız yer Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir. Bu sebeple Onu çok ama çok sevmeliyiz. Hani sahabelerin çoğu o dönemde diyorlardı ya; “Anam babam, canım sana feda olsun Ya Resulullah” işte bunun gibi sevmeliyiz. Fakat bu sözü gerçekten kalben o fedakarlıkları yapabilecek düzeyde söylemeliyiz. Ağızdan çıkması yeterli değildir. Şimdi bir düşünün, bu devirde biz bu kelamı fedakarlıkla, kalben söyleyebiliyor muyuz ? Ya da Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in derinliklerini, inceliklerini, bâtın zahir ilimlerini, getirdiği rahmetteki manevi sohbetleri anlayıp bunlarla iştigal edebiliyor muyuz? İlimden kasıt, sadece bugün İslami ilimler denildiği zaman anlatılan ilimler değildir. İşte bu hale geçebilmek için tam manasıyla Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) teslim olmalıyız.
Maalesef zamanımız öylesine değiştiki, günümüzde O’nun izinden gittiğini söyleyen çoğu cemaatte (tarikat) O’nun mübarek ismi şeriflerinin geçmediği sohbetler yapılmaktadır. Bu durum bizi çok üzmektedir. O cemaatlerde yapılan tek şey, varsa da yoksa da benim şeyhimdir. Cemaatin başındaki kişi ön plana çıkmış durumdadır. Bizler maalesef bu devirde bu hatalara sık sık düşmekteyiz. Eğer cemaatin başındaki zat kendisini önde tutuyorsa ve Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) anmıyorsa o kişi otursun ve Allah(c.c) için bir daha düşünsün. Allahü Teâlâ O’nu alemlere Rahmet olarak göndermiş, kendisinden sonra gelen insanların da onun ümmetinden sayılacağı belirtilmişken, eğer biz bugün O’nun manevi defterine yazdığı ümmetlerinden değil isek, bütün insanlığın bunun üzerinde düşünmesi gerekir. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) 1400 yıl önce yaşayıp geçip giden bir peygamber değildir. Zaman O’nun elindedir. Biz sohbetlerimizde diyoruz ki Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu devirde zamanın sahibidir. Zamanın asıl sahibi bizatihi kendileridir. Bu ne anlama gelir, Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanın ilerisine ve gerisine gidebilir. Sadece bizim bulunduğumuz dünyamızda değil başka Adem nesillerinin yaşadığı yeryüzlerinde de aynı şekilde zaman O’nun emrindedir. İşte bu sebepten bizler Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) getirdiği bâtın zahir ilimlerle meşgul olmak zorundayız. Bâtın ilimler Tasavvuf ilmi, zahir ilimler ise O’nun getirdiği sünnet-i seniyyelerdir. Fakat maalesef bu ilimlerin üzeri Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dünyadan beden hayatı olarak ayrılmasıyla birlikte kapatılmaya başlandı. Dünya menfaatlerini bu ilimlere tercih ettiler. Özellikle Emeviler döneminde ve sonrasında, İslama sanki O’nun sözleriymiş gibi çok sayıda uydurma hadisler soktular. Ama O’nun izinden giden gerçek bir mümin o sözlerin manevi kokusundan o sözün Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) ait olup olmadığını çok iyi bilir. Yani siz yeter ki O’nun sözlerini insan makamında olarak okuyun. Tıpkı hadislerde olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm mealleride aynı güç odakları tarafından anlaşılamayacak seviyeye getirilmiştir. Bu meallerdeki çarpıklıkları da görmek için yine kişinin insan makamında olması gerekir. Günümüz Arapça’sıyla verilen manalarla Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması mümkün değildir. Eski Arapçayı da bilmek yetmez meal yapan kişinin Rapça’yı da bilmesi gerekir. Gerçi bugün Müslümanım diyen kişilerin çoğu bile Kur’ân-ı Kerîm’in meallerini okumamaktadır. Şimdi haklı olarak diyeceksiniz ki mealler yanlışsa ve anlaşılamıyorsa biz okumakla ne öğreneceğiz? İşte gerçek manada düşünerek okursanız, içerisinde aklın mantığın kabul etmediği manaları görecek ve araştırmaya başlayacaksınız. Çünkü ilahi olmayan bilgiler insanın kalbine asla yerleşmez ve şüphe oluştururlar.
Sizlere meallerde geçen çarpıklıklardan bir örnek verecek olursak; biliyorsunuz Hazreti Musa ile Allahü Teâlâ’nın konuşmasından bahsedilir. Taha suresinde geçen bu hadiseyi verilen meali buraya yazmadan mealde geçenler üzerinden sizlerle paylaşalım. Allahü Teâlâ Hazreti Musa’ya diyor ki:“Ey Musa nalınlarını çıkart”. Bunu bazıları da pabuçlarını çıkart şeklinde manalandırmışlar. Zanedilmiş ki tahtadan yapılmış terlik. Halbu ki Allahü Teâlâ o hitabıyla Hazreti Musa’ya “Ey Musa bedeninden çık” diyor. Neden? Allahü Teâlâ oraya tecelli edecek, o tecelliye de insanın fiziki bedeniyle dayanması imkansızdır (Nitekim bu hadiseden sonra söz konusu olayın geçtiği mahelde bulunan bütün bitki ve canlılar yanmıştır). Allahü Teâlâ oraya cüzi miktarda tecellide bulunmuştur. Allahü Teâlâ Elest Günü’ndeki Zatından Zatına tecelli ettiği gibi tecelli etmiş olsa oradaki bitkiler, dağlar ve taşlar değil, bizim galaksimiz de yok olurdu. Yani Hazreti Musa’ya diyor ki “Fiziki bedenini uzak bir noktada bırak ve buraya enerji yada Nur bedeninle gel”. O beden de o tecelliyi bu şekilde kaldırabiliyor. Tıpkı Elest Günü’nde tüm insanların kaldırabildikleri gibi. Şimdi varsayalım ki meal yapan kişi bu hakikatleri bilmediği için böyle mana verdiğini kabul edelim. Aynı ayetin devamında verilen mealde öyle bir durum var ki, bunu aklın kabul etmesi mümkün değildir. Allahü Teâlâ verilen meale göre Hazreti Musa’nın elinde ki asasını kastederek soruyor: “Ey Musa elinde ki nedir?”. Şimdi burada Allahü Teâlâ Hazreti Musa’nın elinde ki odun parçasını bilemeyecek seviyede mi de böyle saçma sapan meal verilmiştir? Allahü Teâlâ’nın ilmi sonsuzdur, o her şeye kadirdir, şüphesiz ki ondan saklı gizli bir şey yoktur diyeceksiniz ve buna inanacaksınız (ki şüphesiz öyledir). Fakat Allahü Teâlâ Hazreti Musa’nın elindedeki asayı bilemeyecek, göremeyecek Hazreti Musa’ya soracak, düşünebiliyor musunuz? O ayette Allahü TeâlâHazreti Musa’ya diyor ki; “Ey Musa elindekinin kudretini biliyormusun?”. Hitabı budur. Çünkü Allahü Teâlâ tecellisiyle Hazreti Musa’nın elindeki asasına bugün henüz dünyamızda icat edilmeyen bir ışın silahı haline, halden hale geçek bir hale getirmiştir. O asa yeri gelince kozmik ışın veren delici bir silah oluyor, elinden bırakıyor yılan oluyor vs. Fakat Hazreti Musa oraya gelirken elindekini ağaçtan kesilmiş bir asa olarak biliyordu. İşte orada Allahü Teâlâ o hitapla Hazreti Musa’nın asasına güç ve kudretler yüklediğinin bilgisini veriyor. Daha sonra Hazreti Musa kalbinden geçiriyor, “Allah’ım ya asam kırılırsa”. Çünkü Hazreti Musa sonuçta onu bir ağaç dalı olarak görüyor. O zaman Allahü Teâlâ diyor ki; “O zaman sağ elini koynuna sok çıkar aynı görevi o elinde yapar”. Biliyorsunuz Hazreti Musa asasını firavunun önünde, sağ elini de Kızıldenizi ikiye yarmakta kullandığı anlatılır. Aslında daha çok yerlerde kullanmıştır fakat onlar bugün kayıtlarda yoktur. Çok üzücü ama dinimiz günümüze kadar böyle misali anlatımlarla gelmiştir. Hatta sizlere kendi çocukluğumuzda yaşadığımız bir anımızdan örnek verecek olursak, konu daha iyi anlaşılacaktır:
Bizim çocukluğumuzda mahallemiz de yaşlı bir amca vardı. Zaman zaman bizleri etrafına toplar kendince dini konulardan iyi niyetli olarak sohbetler ederdi. Yine bir gün bizleri etrafına toplayıp başladı anlatmaya; “Bir gün Hazreti Ömer halk arasında dolaşırken, yaşlı bir kadının evinin önünde, penceresinden içerde konuşulanlara kulak misafiri olmuş. İçeride yaşlı kadından başka yetim olan torunları varmış. O kadar fakirlermiş ki yiyecek ekmekleri bile yokmuş. Yaşlı kadın torunlarını oyalamak için tencereye koyduğu taşları kaynatıyormuş. Bu esnada da Hazreti Ömer’e kendilerine yardım etmediği için söyleniyorlarmış. Bu duruma şahit olan Hazreti Ömer hemen mahallenin bakkalına gitmiş o çocuklara bisküvi almış ve getirmiş”. Şimdi bu anlatıma dikkat edecek olursanız o devirde mahalle bakalı var mıydı? diyelim ki ona benzer bir yer vardı, peki o devirde bisküvi var mıydı? Burada ne oldu? İhtiyar kendi kulağıyla duyduğu bu rivayete başka bir mana kattı. İşte bu hadisede yaşandığı gibi hadislere de bu şekilde ilaveler ola ola verilmek istenen mesajlar değişti. Neden o hadisler o gün kayıt altına alınmamıştı ve 150-200 yıl sonra kayıt altına alındılar? Kur’ân meallerinde ki manalarda bu durumdadır. Cumhuriyet’in ilk yılların da yazılan bir mealle günümüz de yazılan mealler hemen hemen aynı. Kur’ân-ı Kerîm’in aslını çözmek mümkün değildir. Ancak “insan ve Kur’ân iki ikizdir” hadîs-î şerifi gereğince insan kendisi Kur’ân olmazsa ve Rapça’yla onu okumazsa derin manalarını vermesi de mümkün değildir. Yani ne kadar meal verirlerse versinler aslolan onu yaşamaktır. Onun sahibi olan Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında anlattı. Derin manalarını ise Ashabı Suffa’ya anlattı. Hazreti Ali Efendimizi zaten biliyorsunuz Kur’ân-ı Kerîmin en büyük Alimlerinden idi, bâtın zahir bütün ilimlerine sahipti. Hazreti Ali Efendimizin hutbelerini okuduğunuz da rastlarsınız. O da bu dünyadan göçmeden o kadar çok insanlara ısrar etmiş “ben bu dünyadan göçmeden gelin bu ilimleri alın.” demiştir. Fakat o günün bildiğiniz insanları, makam, mevki ve dünya menfaatleri peşinden koşmaktan o ilimlere itibar etmediler. Demek ki ilim de nasiplisine gidiyor, bu hususu da böyle değerlendirmek lazım. Sizlere şunu açıklamaya çalışıyoruz; Hazreti Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) izinden gitmeye çalışırken, kulaktan dolma manalarla ve anlatılanlarla değil gerçek manada öğrenerek gitmek lazım. Onun hayatını okuyup da ona benzer yaşamak lazım. Gerçi onun hayatına, yaşadıklarına biz de sizlerde takat getiremeyiz, katlanamayız. Onun çektiği sıkıntıları çekemezsiniz. Daha hayatta iken iki tane küçük evladını kaybediyor, Mekke’de namaz kılarken dolu vaziyette başına deve işkembesi koyuyorlar ve altında nefessiz kalıyor. Allahü Teâlâ bunu şüphesiz ki görüyor ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu duruma sabrediyor. Hazreti Fatıma anamız o zamanlar daha küçük, koşarak geliyor ve çeke çeke babasının Mübarek Peygamber Efendimizin (s.a.v.) üzerinden kaldırıyor. Taifte de taşlanıyor. Harp için yola çıkıyorlar. Gündüz yolda giderken diyorlar ki “anam babam sana feda olsun ya Resulallah”. Hava karardığı zaman ise yolculuk esnasında O’nu öldürmek için gizlice ok atıyorlar. Bu yapılanları da, yapanlarıda biliyor sabrediyor. Harpten dönüşte harbe katılsın ya da katılmasın üzerine öyle bir kalabalık geliyor ki; "Hani bizim ganimetlerimiz nerede?” diye hesap soruyorlar. Allahü Teâlâ için mücadele etmek şöyle dursun, Peygamber Efendimize (s.a.v.) hesap soranlar vardı içlerinde. Biliyorsunuz bu hadiseler üzerine ayetler inmiştir. Gerçekten ibretlik hadiseler bunlar. O devirde O’nu görmüş fakat değerini ve kıymetini bilememiş insanlarda çoktu. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde yaşayıp, onu görme tanıma şerefine nail olanlar kıymetini bilmezken, zamanımızda onu görmeyenler kıymetini nasıl bilsin. İşte bu devirde de devletin kendilerine unvan verdiği alim diye bildiğiniz bazı kişilerde bu unvanlarının arkasına saklanarak Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) sıradan bir insan gibi göstermektedirler. Haşa O’na çok rahatlıkla “Muhammed” diye hitap edebiliyorlar. Bu kişilere ne denmesi gerekiyor bilmiyoruz, cehaletlerine verelim artık. Bu zihniyetteki kişilerin bu şekilde davranmasının sebebi;kâinata, İslam dinine ve Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) iğne deliğinden bakmalarıdır. Dolayısıyla da sadece o iğne deliğinden gördüklerini anlatmaktadırlar. Akıllarının küçüklüğünü, hafızalarının darlığını ortaya koymaktadırlar. Allahü Teâlâ onların akıl kapılarını açsın, insan makamına çıkarsın İnşallah. Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) laf söyleme cüretinde bulunanlara ancak bunları söyleyebiliyoruz. Yani o devirde O’nu nasıl anlayamayanlar varsa bu dönemde de O’nu anlayamamış, hikmetini çözememiş kişiler vardır. O tüm hayatı boyunca gelecekte yaşayacağı sıkıntıları görüp bilen bunlara sabreden bir Peygamberdi. Sadece kendisinin değil Ehli Beyti’nin başına gelecekleride bilir bunlara da sabrederdi. Burada Ehli Beyti’nin sıkıntıları demişken sizlere Âl-i Abâ’yıda açıklayalım:
Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gün odasında abasına sarılmış bir vaziyette istirahat ederkenHazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) çok seven o zamanlar küçük yaşta olan Hazreti Hasan ve Hüseyin, “dedeciğim” diye koşarak yanına gelip O’na sımsıkı sarılırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) abasını açarak onları da içine alır. Bunu gören Hazreti Fatıma’da dayanamaz ve oda girer abanın içine. Biliyorsunuz evlat kaç yaşında olursa olsun babasının gözünde hep çocuktur. İşte onlar bu haldeyken içeriye Hazreti Ali girer, Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) abasını açarak O’nu da çağırır ve abasının içerisine alır. Orada öyle manevi haller zuhur etmiştir ki, o halden sonra oraya Cebrail Aleyhisselam’da gelir ve Allahü Teâlâ o hali güzelliklerle donatır. Bu hali ancak Âl-i Abâ’nın içerisinde olanlar bilir, biz bilemeyiz, ancak tarif ederiz. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Abâ’nın içerisindekilerin yaşadıkları o hal gözümüzün önüne gelince ne yazacağımızı unutuyoruz. İşte o Abâ’nın altında Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Efendilerimizin şehit oluşlarını, Hazreti Fatıma’nın kendisinin beden aleminden ayrılışından 6 ay gibi bir süre sonra vefat edeceğini görüyor. Ailesine çok düşkün olan bir Peygamber bunlara da sabrediyor.
Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ailesinden bahsetmişken Hazreti Hatice Anamızı da anmadan geçmeyelim. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bildiğiniz gibi Hazreti Hatice Anamız vefat edene kadar, kesinlikle ikinci bir eş almamıştır. Hazreti Hatice Anamızı o kadar çok sever ve üzerine düşerdi ki asla onu incitmezdi. Hazreti Hatice’de tam bir muhabbetle Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) bağlıydı. Onu asla dünyada ki hiçbir hanımıyla değişmeyecek kadar çok severdi. O dönemde Mekke’nin ileri gelen en zenginlerden birisiydi. Fakat bu parasının tamamını Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve İslam uğruna harcamıştır. O kadar ki Hazreti Hatice Anamız vefat ettiğinde kefen parasını borç almışlardır. Hazreti Hatice Anamız böyle fedakar bir anaydı, anaların anası. Diğer eşlerinede bizler bir şey diyemeyiz. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) eşlerim dediyse onlar da bizim annelerimizdir. Allahü Teâlâ onları da en yüksek makamlara çıkartsın inşaallah. Burada konuşuldukça içimizi parçalayan bir husus daha var fakat bu konuyu açıklayıp açıklamamakta tereddüt ediyoruz. Biliyorsunuz Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) maneviyatını anlayamayan bazı insanlar O’nu (haşa) kadın düşkünüymüş gibi göstermeye çalışıyor ve anlatıyorlar. Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) evliliklerinin hepsinin bir hikmeti vardır. Nikah yaptığı eşlerinin hepsiyle bizim bildiğimiz manada asla bir ilişki içerisinde olmamıştır. Bugün çoklu evlilikleri anlatanlar ve bunları yaparkende Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) örnek gösterenler kendi nefsi duygularını bu şekilde örtmeye çalışmaktadırlar. Şimdi sohbetlerimizde ve makalemiz içerisinde biraz olsun hakikatini anlatmaya çalıştığımız, Alemlere Rahmet bir Peygamber haşa kadın düşkünü olsun yada yaşı çok küçük birisiyle evlilik yapsın. Dünyalık her şeyi elinin tersiyle iten bir Peygamber nasıl olurda böyle bir şey yapar onu da sizler düşünün.
Bizim amacımız tartışma yaratmak değil, insanlara hakikat ilimlerini öğretmek olduğu için bu konulara ayrıntılı olarak girmiyoruz. Fakat şu hususu da sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğiz; (çünkü bu hususta O’na isnat edilen şeyler bizim ciğerlerimizi paramparça etmektedir )Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tüm hayatı boyunca bizim bildiğimiz manada 2 evlilik yapmıştır. Bu konu hakkında gerek Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatını çok detaylı incelerseniz, gerekse Kur’ân Meallerini çok dikkatli ve düşünerek okursanız gerçek bilgilere ulaşabilirsiniz. Sonuç olarak Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendi ehlibeytinin yaşadıkları ve gelecekte yaşayacaklarını da bilen bir Peygamberdi. Sadece onlarımı, arkasından kimlerin ne dolaplar çevirdiğini, ileride neler yapacaklarını, kimin gerçekten ona inanıp inanmadığını da bilen bir Peygamberdi. Bu hususu da hatırlatmak istedik. Bugün de gerçek manada O’nu kimin sevdiklerini, O’nun izinden gittiklerini bildiği gibi, getirmiş olduğu dini güya İslam gibi görünüpte defle, dümbelekle ona şarkılar türküler yazanların, dini ticaret aracı olarak kullananların da hangi hal üzerine olduklarını çok iyi bilmektedir.
İşte bu sıkıntılara sabreden, ilahi ilimlerle donatılmış olan, ulvi Peygamber gün geliyor ve “Kullu nefsin zaikatul mevt” ayeti hükmü gereğince bu dünyada ki beden aleminden ayrılıyor. Son nefesinde de diyor ki “Refik-i Ala’ya” diyor. Hepimiz biliyoruz bu hitabı. Diyoruz ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) son nefesinde “Refik-i Ala’ya” demiş diyor ve ağlıyoruz. Peki biliyor musunuz bu sözün hikmetini? Bütün Peygamberler son nefeslerinde kelime-i şahadet getirerek beden alemlerinden ayrılmışlardır. Yalnızca Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu sözü kullanmıştır. Refik demek arkadaş demektir. Ala ise yüksek, en yüksek makamda bulunan demektir. İşte bu sözle Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Allahü Teâlâ ile aralarında ki ünsiyeti o muhteşem sevgi yumağını anlatmak istemiştir ve en yüce makamda bulunan “Arkadaşımın yanına gidiyorum” demiştir. Düşünebiliyor musunuz, Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile Allahü Teâlâ’nın arasında ki ünsiyeti ve Peygamber Efendimizin(s.a.v.) konumunu? Bu sebeple insanların O’nun o mübarek adını ağzına alırken, O’nun hakkında yorum yaparken bunları da düşünmesi lazım. Bu kelamıyla birlikte vefat ettikten sonra, yine bizim içimizi yakan kavuran hadiselerden birisi yaşanıyor. Kaynaklarda da geçtiği üzere Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) naaşı 3 gün gömülmeden bekletiliyor. Neden? Çünkü vefatıyla birlikte dışarıda saltanat kavgası başlıyor. Birisi diyor “yerine ben geçeceğim”, diğeri diyor “ben” ve halkı kendi yanlarına almaya çalışıyorlar. Cenaze namazını gelip birer ikişer kılıp gidiyorlar. Üçüncü günün sonunda da iki kişi, Hazreti Ali ve Zeyd tarafından naaşı yıkandıktan sonra defnediliyor.
Şimdi düşünebiliyor musunuz Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu devirde yaşamış olsa biz biliyoruz ki asla böyle bir hal zuhur etmezdi. Bu gün sıradan bir devlet adamı ya da şeyh vefat ediyor, etrafında milyonlarca kişi pervane oluyor. Fakat o dönemde böyle acı verici bir hal de yaşanıyor. İşte böyle Alemlere Rahmet olarak yeryüzüne gelmiş bir Peygamber, doğumunda bütün münafıkların saraylarının, kalelerinin yıkıldığı, Mecusilerin ateşlerinin söndüğü ve daha birçok mucizelerin gerçekleştiği bir peygamber, vefatında bu halleri yaşıyor. O öyle bir Peygamber di ki son nefesinde bile “ümmetim, ümmetim” diyen bir Peygamberdi. Belki de gecenin bir yarısında Allahü Teâlâ’ya ümmeti için onların bu cehaleti ve bilmezlikleri için çok ağlamıştır. Bunları da unutmayın. Maalesef bizler Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) ağlatan ümmetleriz. Hala bugün bile bir yanlışımız olsa manevi alemde Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) gönlüne düşmektedir, bunu da unutmayın. Bunu nereden anlıyoruz? Öbür alemde bütün Peygamberler nefsim nefsim diye sızlanırken, Alemlere Rahmet Peygamberimiz (s.a.v.), Hazreti Muhammed Efendimiz (s.a.v.)“Ümmetim, Ümmetim” diye sızlanan bir peygamberdir. Elbette ki bu dünya hayatında ümmeti için çok göz yaşı dökmüştür. Bunları bu devrin insanlarına anlatmamız lazım.
Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zaman içerisinde yolculuk yaptığından, zamanın ilerisine gidip gelerek, zaman içerisinde dolaştığından bahsetmiştik. İşte o dolaşmalarında sevdiklerini de kendi ümmetlerini de görüp seçmiştir. Siz onu bu gözlerinizle göremeseniz de O sizleri görmektedir. Sadece Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanda dolaşmamış, geçmiş dönemde yaşamış Ademler ve Peygamberlerde O’nun yaşadığı döneme gidip bir defaya mahsus olmak üzere O’nun o Nur cemalini görmüş ve sohbetine katılmışlardır. Bunun nasıl gerçekleştiğini anlatmıştık. İşte böyle ulvi bir Peygamberin arkasından günümüzde “Alim” diye geçinen bazı kişiler, güya Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) anlatmış dedikleri uydurma hadislerle farkında olmadan O’nu sanki diğer Peygamberlerden makam olarak düşükmüş gibi anlatmaktadırlar. Ne yapılmaya çalışıldığının, ne yaptıklarının maalesef farkında bile değiller. Bunu Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Miraç hadisesiyle ilgili anlatılan rivayetler hakkında bir örnek vererek açıklayalım:
Miraç hadisesiyle ilgili öyle bir yalan hadise anlatılmaktadır ki insanın duyunca tüyleri diken diken oluyor. Bu konuyu açıklamadan önce bazı hususlara değinmekte yarar var. Öncelikle Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Peygamberler, Peygamberidir. Bütün Peygamberler Allahü Teâlâ’nın izniyle O’na tabidirler. Allahü Teâlâ’nın izniyle Peygamber Efendimizin (s.a.v.) icazet vermediği bir kimse Peygamberlik makamına gelemez. Çünkü bütün Peygamberler ilmen de olsa Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) muhtaçtırlar. Nitekim Hazreti Musa Ledün ilmine talip olduğunda bu ilmi O’na vermesi için Hızır AS’ı Hazreti Musa’ya gönderen bizatihi Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir (Ama nasıl Allahü Teâlâ’dan almış olduğu emirle). Hazreti Musa ile Hızır AS arasında geçenleri biliyorsunuz, Hazreti Musa, Hızır AS’ dan o ilimleri alamıyor, çünkü takat getiremiyor. Tabi bunun da bir hikmeti var, Hazreti Musa’nın görevi farklıydı. İşte her ne hikmetse Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Miraç dönüşünde bilmem kaçıncı katta Hazreti Musa ile karşılaşıyor. Aralarında geçen sohbette kırk vakit namazın farz olunduğunu öğrenince güya diyor ki, “Ey Muhammed! sen git Allahü Teâlâ’dan istirham et benim ümmetimede kırk vakit Namaz farz kılınmıştı, benim kiler takat getiremediler. Seninkiler de getiremezler, Allahü Teâlâ düşürsün”. Yani kusura bakmayın ama el insaf diyorum. Bu sözler Yahudi oyunudur. Yani şu mesajı veriyorlar, “güya bizim Peygamberimiz olmasaydı siz şuan kırk vakit namaz kılıyor olacaktınız. Bizim Peygamberimiz akıl verdi, yoksa halinizi siz düşünün”. Yani kabaca diyorlar ki “bizim Peygamberimiz, sizin Peygamberinizden daha üstün, daha akıllı”. Maalesef günümüz de alim geçinen bazı insanlarda bu oyunu görmeden alıp kitaplarında, sohbetlerinde bu konuyu ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Çünkü Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) gerçek manada tanımıyorlar. Zanna göre hüküm veriyorlar. Hakikatte ne Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) haşa o şekilde gidip Allahü Teâlâ ile pazarlık eder(haşa böyle bir edepsizlik içerisine asla girmez) ne de Hazreti Musa, Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) böyle akıl verir gibi konuşabilir. Hazreti Musa, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) maneviyatını, hakikatini çok iyi bilir ve haşa böyle bir edepsizlik içerisine asla girmez. Maalesef bu örnekte olduğu gibi anlatılan rivayetlere eklemeler yapıla yapıla bugün İslam’ın geldiği nokta hepimizce malum. Biliyorsunuz bu eklemeleri kasıtlı olarak yapa yapa bizleri böldüler parçaladılar. Bakınız bugün kaç mezhebe ayrıldık. Soruyorum sizlere Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ve Ehlibeytinin mezhebi neydi? İşte gerçekleri öğrenmek istiyorsak, biz önce Hazreti Peygamber Efendimizi (s.a.v.) çok iyi tanımalıyız, O’nu bilmeliyiz. O’nun alemlere Rahmet olduğunu bilmeliyiz, Besmelenin içinde olduğu bilmeliyiz, Besmelenin Rahim’in, Rahim korumasının altında yaratılıştan ebediyete kadar olduğunu bilmeliyiz. Rahman’ın istivası altında olduğunu bilmeliyiz, Elif Lam ve Mim’in içerisinde olduğunu bilmeliyiz;
Elif’de var olduğunu bilmeliyiz,
Lam’da NUR olduğunu bilmeliyiz,
Mim’de, Zahir olduğunu bilmeliyiz.
Bunları bilip idrak edebildiğimiz zaman inşallah Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) izinde gidenlerden oluruz. Bir de şu hususu unutmamak lazım:
Hazreti Peygamber Efendimize (s.a.v.) çok çok Salâvatı Şerife göndermeliyiz. Bir insanın gücü yettiği kadar (mümkünse 100 defa) her gün düzenli olarak Salâvat-ı Şerife getirmeliyiz. Bundan maksat O’nun kapısını çalmaktır, sevgimizi ve bağlılığımızı ifade etmektir. Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) buna ihtiyacı yoktur, bizim ihtiyacımız olduğu içindir. Fakat bunu yaparken de karşılık beklemeden yapmalıyız. Şu kadar Salavat-ı Şerife getirdim, şu kadar sevap kazandım dememeliyiz.
“Allahümme salli ala seyyidine Muhammedin ve ala âli Muhammed”.
Bunu karşılıksız olarak yapmalıyız. Çünkü sevgide karşılıksızdır. Onu Allahü Teâlâ takdir eder. Ve Allahü Teâlâ’dan ilim isteyiniz. Böyle ulvi bir Peygamber gelmiş ve o ilimleri bizlere getirmişken, o ilimleri sizlerde isteyiniz.
Bu arada zanna göre, dünyadan bir iğne deliğinden bakılarak yorumlar yapıldığını sizlere açıklamışken, yaygın olarak yapılan çok büyük bir hatayıda düzeltmekte yarar var. Biliyorsunuz Hazreti Peygamber Efendimizden (s.a.v.) bahsedilirken diyorlar ki; okuması, yazması yoktu bu sebeple kendinse “ümmi” denilmiştir. Şimdi sizlere kitabımız da nasıl yaratıldığımızı anlattık. Elest Günü’nde tüm insanların öğretmeninin Allahü Teâlâ olduğunu ve bizlere Rab sıfatıyla bütün ilimleri öğretti diye izah ettik. Ve buna kanıt olarakta Araf Suresi 172’inci ayetini gösterdik. Hatta birçok ayetlerde de bize öğretilenleri unuttuğumuz için ve orada bize öğrettiği ilimleri unutmayacağız diye söz verdiğimiz için, beden aleminde bu ahidimizde durmadığımız için Allahü Teâlâ’nın “onlar ahidlerin de durmayanlardır” diye bizleri ikaz ettiğini açıkladık.
Şimdi ilk yaratılan Nur Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Nur’u olduğuna göre, bizler ve kâinat da O’nun Nur’undan yaratıldığımızı öğrendiğimize göre demek ki ilmi ilk Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) almıştır. Rapça'yı bilen bir peygamber olduğunu da açıkladık. Şimdi siz kalkıpta böyle bir Peygambere nasıl ümmi dersiniz. Bu hususta Allah’tan korkun diyorum. Biz sizlere öncelikle ümminin ne manaya geldiğini açıklayalım. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yaratılıştan ebediyete kadar ilahi ilimlerle donatılmıştır. Ümmi bütün kâinatın O’ndan yaratıldığı “ana” demektir. Onun için bizlere “ümmet” denmiştir. Ümmette ümminin varlıklarındandır, evlatlarındandır. Burada “ana” demek zahir manada anlaşıldığı gibi dişi demek değildir. Bütün varlık O’nun nurlarından yaratıldığı için ümmi unvanını o sebeple almıştır. Birileri ümmi ise sizlersiniz, bizleriz. Şöye bir düşünün biz neyi biliyoruz? Kur’ân’ı okumasını bilmiyoruz. Kur’ân okumak derken kastımız ezberleyerek, ya da açıp okumak değildir. O şekilde okuduğunuz zaman zikir yapmış olursunuz. Fakat bu sizleri bir yere götürmez. Allahü Teâlâ bize unutmuş olduğumuz, insanı insan yapan ilimleri tekrar hatırlatmak için Rahmet’inden göndermiştir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak ve yaşamak şarttır. Yani şimdi biz Kur’ân-ı Kerîm’in manasını bilmiyoruz. O zaman ümmiyiz. Bizler bu zamana kadar yazılan mealleri okuduk da neyi anladık? Düşünerek okuyup da “tamam bu anlam bizim kalbimize oturdu, bu Allahü Teâlâ’nın kelamına benziyor” dediğiniz, bir mealimiz oldu mu? Bu sadece bizim ülkemize mahsus değil bütün İslam alemi bu halde. Araplar bile kendi öz Arapçasını unutmuş vaziyetteler. Bu hususlar üzerinde çok iyi düşününüz. Araştıran, düşünerek okuyan Müslümanlardan olun. Allahü Teâlâ bizleri İnşaallah insan makamına çıkarsın. Duamız böyle olsun. Hazreti Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in o manevi defterine kaydedenlerden eylesin ve şefkatle muhabbetle insanlara muamele edenlerden eylesin.
Allahü Teâlâ her AN sizi gözetliyor ve Hazreti Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de, Huzuru Peygamberde her AN ümmet seçmek için, kendisine kardeş seçmek için her AN, her AN orada bizlere bakıyor. Bunu unutmayın! Allahumme salli ala seyyidina muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed.
Cafer İSKENDEROĞLU