“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü”
“Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka İlah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resulüdür.”
Arapçada “la” ve “illa” kelimelerinin kullanım şekline göre, ilk bölüm "Hiçbir İlah yoktur, sadece Allah vardır" şeklinde de tanımlanmaktadır. “La ilâhe illallah”; “Allah'tan başka İlah yoktur” anlamına gelen Arapça bir ibaredir. Kelime-i tevhidin ilk kısmıdır.
Siz diyorsunuz ki; “ben şahitlik yapıyorum ki" veya "şahidim ki Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’ın Peygamberi ve kâinatta temsilcisidir” ve buna şahitlik yapıyorsunuz. Peki, bu şahitliği yaparken duymanın dışında görüp bizzat şahit oldunuz mu? Yok! Peki o zaman neye şahitlik yapıyorsunuz?
Allahü Teâlâ o imanımızı kabul ediyorsa muhakkak biz buna da şahidiz demektir. O şahitliklerinizi hatırlıyor musunuz? Peki, hatırlamadan nasıl oluyor da "şahidiz" diye hüküm veriyorsunuz?
Bizler şehadeti de gelenekten gelen veya Kur’ân-ı Kerîm’den gelen bir ilim ve bilimle “biz onu duyduk, şahidiz” diyerek yapıyoruz. Sadece duymayla gerçekleşen bir şahitliği dünyanın yasaları bile kabul etmediği halde Allahü Teâlâ’nın kendisi nasıl kabul edecek?
Kelime-i şehadeti günlük olarak her namazın içinde söylüyoruz, ezan okunduğunda, ezanla beraber de şahadet ediyoruz. İslam olduğumuzu hatırlamak için gün içinde de tekrar ediyoruz, “şahidim” diyoruz. “Allah’ın birliğine şahidim” diyoruz ama O’nun sonsuz varlığının içinde bir zerreyiz, onun sonsuzluğunu nasıl tavaf ettik de veya nerelerini bildik de diyoruz ki; “Evet birdir.” O zaman bizleri nasıl bir şahitliğe tuttu ki; biz bu şahitliğin içerisinde varız diyoruz? "Şahidiz, biliyoruz" diyoruz.
Bizler 1400 yıldır gelen İslam’ın gelenekleri ile Müslümanız. Araştırmadan, öğrenmeden veya düşünmeden İslam dinine girmişiz.
Düşünmek ise Kur’ân-ı Kerim’de Allahü Teâlâ’nın bize emridir; “Hiç düşünmüyor musunuz?”. Bakın! Şehadet ederken dahi hiç düşünmüyoruz. Neye şahitlik yaptığımızı düşünmüyoruz. Daha iman ederken veya başka dinden bu dine geçerken direkt şahit olduğumuzu söylüyoruz ama neye şehadet ettiğimizi bilmiyoruz veya detayını düşünmüyoruz. Onun için Kur’ân-ı Kerim’de Allahü Teâlâ sürekli bizi ikaz ediyor ve diyor ki; “Siz ne kadar az düşünüyorsunuz. Ne kadar az biliyorsunuz. Ne kadar az araştırıyorsunuz?”. Düşünmenin içerisinde araştırma da vardır. İnsanın onları bilim olarak da kavraması, ilerlemesi ve asıl şahadete doğru yürümesi de o düşünmenin içerisinde bir emir olarak vardır. Orada Allahü Teâlâ bizi yeriyorsa da o yermesini altında aslında bir teşvik vardır.
“Ne kadar az düşünüyorsunuz?” uyarısının altında aslında bir teşvik ile Allahü Teâlâ bizi bir yerlere doğru yöneltiyor. Bunları da bilerek yapmak lazımdır. Müslüman olmuş olan, İslam olmuş olan bir insan her hareketinde, hatta şahadetinde dahi dost doğru olmalıdır, bunlar Allahü Teâlâ’nın aradığı şeylerdir.
Allahü Teâlâ diyor ki; Eğer bana bu şahitliği yapıyorsanız benim size ilk öğrettiklerimi de hatırlamanız, o seviye de gelmeniz lazımdır. Biz sizi o gün İnsan-ı Kâmil seviyesinde her şeye şahit tuttuk. “Eşhedü”nüzün de öyle olması lazım. Biz gerçek manada “Eşhedü” ile yani o şahadetle dönebilecek miyiz? Bunun için şart olan İnsan-ı Kâmil seviyesine çıkmaktır.
Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Peygamber olduğuna şahit olmazsak zaten ona inanamayız. O’na peygamberliğin verilişini hepimiz seyrettik ve biz o zamandan kabul ettik ve dedik ki; “evet ya Resulullah” ve dedik ki; “İnşallah sizden sonra gelenlerden oluruz. Gerçi beraber yaşasaydık iyiydi ama bizler sizlerden sonra gelenlerden oluruz inşallah. O gün, senin kıymetini bilmeyeceklerini biz biliyorduk”.
Buradaki şahadet “Sizi yaratılışınıza ve kâinatın yaratılışına şahit tuttuk” ayeti içerisindedir. O halde yeryüzünde geçen bütün olaylara bizler şahidiz. Âdemin yeryüzüne inmesi, nesillerin çoğalması, gelen peygamberler ve o arada yaşanan bütün olaylara şahidiz. İşte ne kadar zaman geçmişse insan bunları bire bir, an be an, saniye saniye biliyor ve Allah’ın izni ile şahit olmuştur. Biz bunlara şahidiz. Haliyle Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v) dönemine de şahidiz. Onun için bu zaman da yaşamayı, Ahir Zaman kardeşleri olmayı biz seçtik.
O’nun Resulullah olduğunu, O’nun kâinattaki gerçek halife olduğunu, geçmişlerin ve geleceğin halifesi olduğunu, biz ve bütün insanlık imam edenler yani Allah’ın varlığına birliğine inananlar, Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v) inananlar, geçmiş peygamberlere inananlar, meleklere inanalar yani Allahü Teâlâ’nın inanın dediklerine inananların hepsi buna bire bir şahittir.
Onun için Hz. Ali diyor ki; “Ben görmediğim Rabbime ibadet etmem”. Görmediğim olaya da şahadet etmem. Biz Allahü Teâlâ’nın varlığını birliğini bildik, biz o gün şahadet ettik.
Eşhedü: “Şahidim, bire bir ben şahidim” demektir. Bire bir gördüm, bire bir anladım demektir. Bire bir fark ettim, bire bir olayın içerisindeydim anlamındadır. Biz “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” derken sadece böyle iman etmenin hevesi ile “şahit olduk” dedik ama detayı nedir?
Var mı böyle bir şahitliğiniz? Öyleyse bizler yalancı şahitler miyiz? Gerçek şahitler miyiz? Gerçek şahitler isek, öyleyse nasıl şahitleriz? Biz nasıl şahit olduk? Bunları bir bir bilmemiz lazımdır. Aslını düşündüğünüzde, bildiğinizde evet bizler bilerek şahitlik yaptık. Bunu da bu şahitliğin içerisinde anlatacağız inşallah.
Allahü Teâlâ’nın “bilinmekliğimi sevdim” demesinin hikmetinin altında insanın yaratılması vardır. Diğer varlıklar da elbet O’nu bilir ama bizler gibi bilmeleri de mümkün değildir. Ayetler bu söylediklerimizi doğruluyor, biz ayetler üzerinden bunları anlatıyoruz.
“Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların (eşyanın) isimlerini söyle... Bakara 33”. Rabbimizin bütün kâinata sonsuzluğa yayılmış nur ve ilim tecellileri ve sayısız isminin kudretleri ve kuvvetleri o eşya ise; onu en iyi biz bilmeliyiz. İşte orada “Eşhedü” geliyor “biz şahidiz ki Allah birdir ve sonsuzdur”. Cüzi bilinçlerde, henüz nur bedenlerimiz bir araya toparlanmamışken Peygamber Efendimize (s.a.v) peygamberlik görevinin verilişine biz bizatihi secde gününde şahit olduk. Onun için “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlühu” diyoruz.
Burada geçen “Abdûhü” kelimesini sadece kul olarak ele almamalıyız. “Abdûhü” Allah’la cem olmaktır. Abd; ibadet eden, Abdûhü; cem olarak ibadet eden demektir. O’nla beraber ola.n O’nun varlığında birliğini tasdik eden, O’na şahadet olan, O’nun varlığından yaratıldığını ikrar eden, bilen anlamındadır. “Abdûhü” kelimesi bize tercüme edildiği zaman veya bin dört yüzyıldır bize söylenen mana “O’nun kulu ve elçisidir” olmuştur. Bu biraz makamı düşürmek gibi bir manadır. O gün kendilerini alim sananlar azıcık ona yakın mertebeye kendilerini getirmesi açısından öyle meal etmişlerdir. Abd olmak, Abdûhü olmak öyle kolay değildir. Onu bu dünya hayatında unutan da, fenafillâh olmayan da hiçbir zaman için “Abdûhü” olamaz. “Abdûhü” dediği birbiri ile cem olmuş, birbirinin içerisinde Fenafillâh olmuş, FenafilRab olmuş demektir. “Abd” ile “kulun” birleştiği demektir. “Abdûhü” ayrı ayrı söylemiyoruz.
Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buradaki “Abdûhü”yu Miracı ile tekrarladı. Halen de Abdûhü’dur. Halen orada miraçtadır. İşte bizler de buna şahidiz. Bütün insanlık buna şahittir. Bizler yalnızca hatırlayamıyoruz.
Hatırlamak için ne yapacağız? Bu bilgileri öğrendikçe hatırlamamız artacak. Bu bilgiler; anladığınız, öğrettiğimiz ve açıkladığımız konular artık size yabancı gelmiyor. Çünkü bunların aslını size orada Rabbimiz öğretti. Biz sadece hatırlatıcıyız hepsi o kadar. Hatırladıkça “Abdûhü” diyoruz. İşte insanlar da gerçek iman seviyesine çıkmak için, gerçek İnsanı Kâmil’in seviyesine çıkmak için Abdûhü’dan geçmek zorundadır. Abdûhü’dan sonra sizler de halifesiniz inşallah.
Bütün kâinatın halifesi Hz. Resulullah Efendimizdir (s.a.v.). Ama kâinat içinde kâinat, zaman içinde zaman, zaman dilimleri içerisinde zaman dilimleri var. Bunları bilip iyice idrak etmemiz lazımdır. Hiç unutmamamız gereken ders ise; neyi niçin yaptığımızı bilmek zorunda olduğumuzdur.
Bize nasıl öğrettiler? “O’nun kulu ve elçisidir”. O kadar basit değil. Bizim şahadetimiz gerçektir. Dünyada kelime-i şehadet getirdiğimiz zaman işte o şahadetimizi de hatırlamamız lazımdır. İslam’ın ilk şartı budur. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlühu. Daha ilk seferde, o ilk cümlede, İslam’a o ilk adım atışta Allahü Teâlâ sizi o halinizi hatırlamaya, o şahadet günlerimizi bilmeye davet ediyor ve bizlere tekrar hatırlatıyor. Buradaki maksat odur. “Ben kelime-i şahadet getirdim Müslüman oldum”. Tamam, kâğıt üstünde Müslümansın ama gerçek manada henüz Müslüman değilsin. Mümin olmamışsın. Mümin aynı zamanda mutmaindir. Nasıl mutmainsin? Biz Rabbimizi hakkıyla bilerek mutmainiz. O bize nasıl bildirdi ise o şekilde bilerek mutmainiz. O bize bütün yarattıklarını ve ilimlerini nasıl şehadetlikle öğretti ise işte o şehadetlikle bilmek demek mutmain olmaktır. Önce mutmain sonra Mümin olursunuz.
Şimdi önüne gelen “Ey Mümin kardeşim” diye sesleniyor. Herkes gerçekten mümin olabilseydi “Mümin Mümin’in kardeşidir” hitabı ile kardeş olurdu. Oysa bakıyoruz ki herkes birbirini yiyor. Her gün binlerce Müslüman katlediliyor. Hem de kendi müminleri tarafından. O halde bizler baştan beri İslam’ı anlamamışız. Zaten bu olay Resulullah Efendimizin (s.a.v) döneminde başlamıştır. O son savaştan sonra, o son hacdan sonra İslam’a gelen kalabalık bölüklerin İslam'a katılımı olmuştu. “Ve raeyte-nnâse yedḣulûne fî dîni(A)llâhi efvâcâ(n)” (Nasr-2). Fevc fevc; onların toplu toplu, kabile kabile, devlet devlet sana katıldıklarını, İslam’a katıldıklarını görürsün.
Bu katılımları gördükten sonra artık bir kısım sahabe dediğimiz kimseler İslam’da ki manayı unuttu. “Büyük bir devlet var. Bunun yönetimine biz oturalım” diye o zamandan bu maneviyatın önünü kesip yavaş yavaş başka hadiselere doğru olayı yönlendirmeye başladılar. O zamandan beri İslam alemi karanlık bir dönem içindedir.
İşte orada bu inanç o andan itibaren bittiğinde Allahü Teâlâ onlara “Sizlerin kalpleri kaydı” dedi. Çünkü onlar Peygamber Efendimizi de zehirlemişlerdi. O zamandan bu zamana kadar dünyada İslam âlemi asla bir araya gelmedi. Bölüne bölüne, parçalana parçalana ayrı ayrı kavimlere ayrıldılar.
Şimdi bir araya getirilmesinin tek hikmeti ne olur? Tek hikmeti; Allah’ın sevgisinde buluşmak ve Kur’ân’ı elimizde olan ayetlerinin çerçevesinde anlayarak imanımızı yenilemek olacaktır. Hazreti Resulullah’ı (s.a.v) kendi canımızdan, aslından bilirsek “O bizim canımız, bizim canımız O’nun canıdır” deriz. Kendi canımızdan ve bütün sevdiğimiz her şeyden çok önde tutmak onu sevmektir. Sahabenin bir kısmı öyle demiştir; “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah”. Onu diyenlerin belli bir kesimi Efendimize (s.a.v) ihanet edenlerin içinde olmuşlardır. O günlerden beri İslam'da bilime ve insana önem verilmedi. Çünkü insanın kendisi bilim demektir. İnsanın kendisi Allahü Teâlâ’nın kâinattaki halifesi demektir. Yeryüzündeki halifesi demektir. O inanç tamamen kalktı ve taht kavgalarının tarafları olma savaşları başladı. Onun için Allahü Teâlâ Nurunu yeryüzünden çekti aldı.
Mümin aslında İnsan-ı Kâmil’dir. İsteklerini alamamış ve tereddütte kalmış kimselere mümin diyemeyiz. Müminlik herkese mahsus bir şey değildir. Hatta müminlere hitap eden ayetlerin altında öyle güzel hikmetler var ki; direkt İnsân-ı Kâmil’e, İnsân-ı Kebîr’e hitap eder; “Ya eyyühel müminin” ile başlayan ayetler özellikle bu konuyu anlatır.
Allahü Teâlâ’nın “Ey mutmain olmuş nefs” dediği bedende mutmain olmuş hale geçebilendir. “Rabbin senden razı sen Rabbinden razı”, demek ki bizim ondan razı olup olmama hakkımız var. Ben razı değilim derseniz Allah (c.c) muhakkak sizi razı edecek şekle getirecek kadarını verecektir. Bakın incelikleri görüyor musunuz? Yoksa sadece “ben sizden razıyım” derdi. “Sen Rabbinden razı, Rabbinden senden razı”. “Rabbim sen benden razısın ama ben senden razı değilim” dediğiniz anda işte bütün şeyleri kazanırsınız. Ancak isteklerinizi bu dünya üzerine değil ebedi hayat üzerine istemelisiniz. Çünkü insan ölümsüzdür diyoruz. Ölümsüzdür, ölümsüzdür ve ölümsüzdür diye sürekli söylüyoruz. Amâ’da bile bilinç olarak var olduğumuzu söylüyoruz. Biz İnsân-ı Kebîr’in varlığında da vardık diye hatırlatıyoruz.
Bu ayetlerde Allahü Teâlâ hep size açık kapı bırakıyor. Size "alın" diyor. Tabi ki sizde diyeceksiniz ki” Rabb’im razı değilim”. Niye? Beni de İnsân-ı Kâmil, İnsân-ı Kebîr noktasına getir diyeceksiniz, isteyeceksiniz. O da söz vermiş diyor ki; “ilmi isteyene veririm”. Ama bunu bugün istedin bugün verecek diye bir şey yok. Allahü Teâlâ bunu zamana yarar. Çünkü Allahü Teâlâ’nın katında zaman yoktur. O anında verdiği için bize yansıması zaman içinde olduğu için belli bir süre bekleriz. Ama kalben istediyseniz muhakkak o yola girmişsiniz demektir. Şimdi sizler bu bilgileri öğrendiniz. Ama haliniz onları henüz yaşayamadığı için razı değilsiniz. Onları isteyeceksiniz O da verecek ve sizi muhakkak surette razı edecektir. Allahü Teâlâ hiçbir sözünü boşuna söylemez. Muhakkak o ayet sizde canlanacak, sizde hayat bulacak sizi tatmin edecektir. Rabbinize o şekilde döneceksinizdir.
Yeter ki tefekkür edip istemesini bilelim. Yükselişin sırrı sabır ve razı olmama, bununla birlikte ibadetlerimizi elimizden geldiği kadar yapmamızda gizlidir.. Aklımıza soru olarak düşenleri soracağız. Hani Allahü Teâlâ diyor ya; “bir bilene sor” diye. Muhakkak bir bilene soracaksınız. Bunlar önünüzü açacak ve sizi yükseltecektir.
Büyüklerimiz söylemiştir; “Halk içinde Hak ile olmak”. Bu çok önemlidir. İşte o zaman ilerlediğinizin, O’na yaklaştığınızın, kendi varlığınızdaki Rabbinizle cem olduğunuzun farkına varırsınız. O’nla beraber yaşadığınızı, O’nla beraber oturup kalktığınızı, O’nun size dokunduğunu, sizi hissettiğini, siz de O’na dokunduğunuzu, O’nu hissettiğinizi fark edersiniz. İşte Rahman’a dokunmak veya Allahü Teâlâ’ya dokunmak budur. Hangi ismi ile dokunursanız dokunun ama dokunun. Hangi ismi ile beraber olursanız olun ama olun.
Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor; “ben hiçbir zaman için yeryüzünde rahatlığı yaratmadım”. Dolayısıyla insanlar bazı şeylerin eksikliklerini, bazı şeylerin sıkıntılarını yeryüzünde yaşayacaktır. Bunlardaki hikmet ile insan yeryüzünde sıkıldığı zaman firar edeceği yöneleceği tek yer “Rabbi” olacaktır. Allahü Teâlâ’ya firar edeceksiniz, O’na yaklaşacaksınız. İşte sonra o sıkıntılarınız da ortadan kalkacak. Sıkıntıyı vermesinin hikmeti de budur.
Yeryüzündeki sıkıntılar bize ilim kapısını açandır. Sabrettik, tahammül ettik, üzüldük ama tekrardan o tarafa döndük. Bize o kapıyı açmıştır. Siz de yeryüzündeki sıkıntılarınızı Rabbinizle beraber savuşturun inşallah.
Bizler kul makamından yani ayrı bir varlıkmış gibi hissetmekten veya ayrı bir varlıkmış gibi yaşamaktan her an Fenafillâh halimizi hatırlamaya veya Fenafillâh olarak hayatımızı aydınlığın sonuna kadar götürmeye mükellefiz inşallah. İslam; ilim ve insan demektir. Yeryüzünde ilim ve insanın cemi “İslam”dır. Bugünleri gören bir Peygamber olan Efendimiz (s.a.v) o gün, İslam ilminin hakkını direkt sahibine teslim etmiştir. O ilimlerin bir kısmı Ashabı Suffa’nın elinde, bir kısmı Hz. Ali’nin elinde idi. Bunlardan bir tek Hz. Ali’nin aldığı ilim nesilden nesile aktarıldı ve bugüne kadar geldi. İnşallah bugün de Allahü Teâlâ o nuru bütün kâinat içerisinde başka hallerde yayarak yeryüzünde de tekrar bir yaşayış olarak, bir inanç olarak, bir bilgi olarak, ilim olarak inşallah gene tezahür ettirmeye başladı.
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah” dediğimiz zaman, O sonsuz varlığını, kâinatı O’nla beraber o sonsuz tavafımızı, O’nun sonsuz renkleri içerisinde kendi varlığımızın O’nunu varlığının içerisinde her zerremizin dağılıp O’nun o sonsuz varlığı içerisinde tekrar ayrı ayrı toplandığını hatırlamamız lazımdır ve beraberinde de bilmemiz lazımdır. Çünkü biz beraber idik! Ayrı bir şey yok. Yaratılan her varlığın zerre zerre noktalarına bizler de işlendik, beraberinde vardık. Yoksa başka türlü nasıl şahit olabilirdik? Her ne kadar varlığımız kâinatı doldursa bile ötelerinin ilmini nasıl bilebilirdik? Biz o yaradılışla birlikte vardık, kâinatın içine savruluşla beraber vardık. Onun zatından zatına tecellisinin sonsuzluğa yayılışının her noktasında insan bilinç olarak, zerre olarak ve kendisinin tecellilerinin her birinden tatmış olarak ve onlardan birer parça almış olarak vardık. Ondan dolayı “Eşhedü”nün manası burada da ortaya çıkıyor.
Resulullah Efendimiz (s.a.v.) Rahman’ın arşa istivası ile beraber, daha kâinat kurulurken kendi Huzuru Peygamber makamının oluşması ile beraber ve de Rahman’ın istivasıyla beraber, onlarda kâinatın oluşmasında, beraber halife olarak, halef olarak görev almasında bizler de “Eşhedü”yüz.
Mesela bizim şahit olduğumuzun bir başka delili de Kehf suresi 51. Ayetinde vardır; Mâ eşhedtuhum halkas semâvâti vel ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehızel mudıllîne adudâ. (Kehf 51) İşte buyuruyor ki; “şeytan ve soyunu ne kendi yaratılışlarına ne de kâinatın yaratılışına şahit tuttum.” Bu nedir? İnsanı yüceltmesidir. Çünkü Araf suresi 172’de de bizim hem kendi yaratılışımıza hem de kâinatın yaratılışına şahit tutulduğumuzu bizzat orada Rabb’imiz bize söylüyor.
Biz eğer İslam dinini kabul ediyorsak daha en baştan, İslam’ın beş şartından ilk şartı olan “Eşhedü” ile başlamamız lazımdır. Bu nedir? Bizim insan olmamızdır, insan makamına çıkmamızdır. İslam olmamız için ilk şart önce insan olmamızdır. İnsan olmak için de hatırlamak lazımdır. Hatırlamak; bizi İnsan-ı Kâmil yapar, Eşhedü yapar.
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlühu demek yukarıda anlattıklarımızın tamamına şahitliğimizle beraber o bilimleri hatırlamak, öğrenmek veyahut da o halleri bir daha yaşarcasına ona teslim olmak yani bilmektir. İnsan ve halife olmanın, İslam olmanın ilk kuralı işte Eşhedü ile başladığı gibi Eşhedü’nün karşılığında insan olmaktır. İkisi aynı manadadır.
İslam’ın bir başka manası da kâinatın halifesi demektir. O halde de bulunduğumuzu yine Rabbimiz tasdik ettikten sonrada o hasret başlıyor. O zaman diyor ki; “onlara müjdele, o insanları müjdele ben onları hasret gününde yine bekliyorum.” Onların hepsi birbirine bağlantılıdır. Demek ki; öteki ibadetlere daha geçmeden önce İslam’ın ilk şartının bir sefer ilimle, bilimle ve Allahü Teâlâ’nın bize öğrettiklerini hatırlama ile başladığını idrak etmeliyiz. Aksi takdirde; bizim imanlarımız yalancı imanlar olur. Bizim imanlarımız yolda giderken birisi bir şey söylediğinde dağıttığımız imanlar olur. İşte o zaman bizim imanlarımız lâinin çaldığı imanlar olur. İşte o zaman o lâin gelir sizin o kalpteki o gen kapılarınızın önüne oturur ve beden âlemindeki Levh-i Mahfûz’daki bilgilerin çıkmasına mani olur. Ama biz baştaki şahadetimizi bildikten sonra lâin artık sizden elini çeker ve der ki; “ben bunu artık kaybettim, onu Allahü Teâlâ kazandı".
İnşallah Allahü Teâlâ; Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlühu demeyi ama bilerek demeyi, onu hatırlayarak, o hallerimizi zerre zerre bilerek yapmayı nasip eder. İşte bu halden sonra da inşallah bizleri İnsân-ı Kâmil olarak beden âlemlerinde kabul edip, İslam olduğumuzu tasdik eder.
Cafer İskenderoğlu