Kur'an-ı Kerimden Ayetler

 LEDÜN DAMLALARI 

ADİYAT SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

 

1- Vel âdiyâti dabhâ

2- Fel mûriyâti kadhâ

3- Fel mugîrâti subhâ

4- Fe eserne bihî nak’â

5- Fe vesatne bihî cem’â

6- nnel insâne li rabbihî le kenûd

7- Ve innehu alâ zâlike le şehîd

8- Ve innehu li hubbil hayri le şedîd

9- E fe lâ ya’lemu izâ bu’sira mâ fîl kubûr

10- Ve hussıle mâ fîs sudûri

11- İnne rabbehum bi him yevme izin le habîr

 

Allahü Teâlâ’nın kelâmı sıradan bir insanın kelâmı gibi tek bir manaya gelmez, O’nun kelâmı her an değişir, hali şekli şemali değişir, her ana ayrı bir hitabı vardır ve evrenseldir. “Bu ayetin manası budur, başka anlamı yoktur” demek O'nun kelâmını sınırlandırmak demektir. Bizim de Adiyat Suresi’ne vereceğimiz bu mana sonsuz manalarından bir boyuttan yansıyandır.

 

Adiyat Suresi’nde olduğu gibi Allahü Teâlâ Kur’ân’da bir çok ayetine yemin değeri taşıyan "Vel" kelâmı ile başlamaktadır. Bu nedenle öncelikle yemin diye mana verilen "Vel" ve benzeri kelimelerin ne anlama geldiklerini, ayetteki yemin değerlerinin ne olduğunu açıklamamız yerinde olacaktır. Daha sonra hem Adiyat Suresi içerisindeki yemin değeri taşıyan kelimeleri ve yüklenen manaları hem de Allahü Teâlâ’nın Kelâm halinin bu sureye yansımasını ortaya koyacağız.

 

Allahü Teâlâ’nın yemin ile başlayan ayetlerinin altında çok özel sırları, güç ve kudretlerinin halleri ve o hallerin varlığa yansımasındaki rolleri vardır. Yemin ile başlayan ayetler üzerinde düşünülmesi ve incelenmesi gereken bir konudur. Bu konu ile ilgili üzerimize düşeni yapıp inşallan bu konuda bir kitap yazmayı da düşünüyoruz. Böylelikle neye yemin edilmiş? Onun altında hangi güç ve kudretler vardır? O güç ve kudretlerin insana ve varlığa yansıması nasıldır? gibi soruların cevaplarını ortaya koymuş olacağız.

 

Yalan yeminleri göz ardı ettiğimizde ve zahir manada baktığımızda şahidi ve ispatı olmayan bir durumda karşımızdakini olaya inandırabilmek için yemine başvururuz. Olayın doğruluğunu anlattığımızda karşımızdaki insan herhangi bir şüpheye kapılırsa onu inandırmak için anlatımımızı yemin ile destekleriz. Zahirdeki bu duruma karşın Allahü Teâlâ'nın yemini insanın yeminine benzemez çünkü O'nun inandırmaya ihtiyacı yoktur. O vaktiyle her şeyi bizler Nur bedenlerde iken Elest gününde bizlere açık açık gösterip anlatmış ve yeminini insanın seyrettiği, yaşadığı bütün hallerde açmıştır.

 

Allahü Teâlâ'nın yemin kelâmı demek yemin ile başladığı surelerin ve ayetlerin altında kendisinin övündüğü, güç ve kudretleri ile varlık âlemine yansıdığı hallerden haller var demektir. Bundan da anlıyoruz ki insanın yemini ile Allahü Teâlâ'nın yemini arasında fark vardır. Allahü Teâlâ vaktiyle bunları bize gösterip öğrettiğini (bunun şahidi de Araf Suresi 172’nci ayetidir) orada teyit ediyor, aslında tekrarlıyor.

 

Bunun altında da Adiyat'ı neler ile ve hangi halleri ile oluşturdu ise yani Adiyat'ın içerisine hangi güç ve kudretleri hangi hallerde yansıdı ise (Örn. Rahman halinde veya Rahim halinde yansıdı ise) onların da güç ve kudretlerinin o hallerin içinde olduğunu insana bildirir. Böylelikle insan yönünü ona doğru yönelttiğinde onlardan istifade edebilecek ve o haller ile de yücelebilecektir. Allahü Teâlâ'nın yeminindeki değer budur.

 

Allahü Teâlâ'nın yemin kelâmını açıkladıktan sonra Adiyat Suresi’nin ayetlerini bir boyuttan yansıyan halleri ile açıklayalım biiznillahi.

 

1- Vel âdiyâti dabhâ

 

Vel: “Benim sayısız güç ve kudretlerim kontrolü altında varlık âlemine yayılırken...”

 

Adiyat: İlk olarak adiyatın lügat manasını verelim. “Allahü Teâlâ'nın varlığa yayılan mucizelerinin halleridir. Ancak insan buna alıştığı için onun farkında değildir, bunlar insana normal gelen şeylerdir”.

Allahü Teâlâ'nın varlık âlemine yaydığı gözle görülenlerin bize doğal geldiği, gözle görülmeyenlerden de haberimizin olmadığı güç ve kudretlerinin; ışıktan hücreye şekil ve şemal alarak, varlık içerisinde halden hale, renkten renge, şekilden şekile geçerken kâinatta oluşturduğu tüm yapıların tamamı “Adiyat”tır.

 

Adiyat; Allahü Teâlâ'nın Bakara Suresi 33. ayetinde Âdem’e yani ilk yarattığı insana “Ey Âdem! Onlara eşyanın isimlerini anlat” hitabındaki “eşya”dır. 

 

Adiyat; “Kün” emrinin “Feyekün” halidir yani “Ol” emrinin “olmuş” halidir.  Zerreden kürreye, mikro âlemlerden makro âlemlere, en alt ışık yapıdan en üst en büyük yapıya kadar her şey adiyattır. En küçük atom elemanının alt yapılarından tutun da güneş sistemleri, galaksiler ve kâinatın içinde varlık halini almış ışıktan hücreye her yapı adiyattır. Üzerinde yaşadığımız Dünya, onun içerisinde gözle görebildiğimiz denizler, dağlar, taşlar, bitkiler, karadaki ve denizdeki hayvanlar, denizin içerisinde yaşayan diğer canlılar ve bunların hepsine hükmeden insanlar, bunun yanı sıra kâinat içerisindeki melaikelerin yani güç ve kudretlerin de tamamına adiyat ismi verilir.

 

Allahü Teâlâ'nın varlığa yaydığı mucizelerin tamamı adiyattır ama insanın gözü buna alıştığı için bunun farkına varmaz. Örneğin güneşin doğuşu ve batışı adiyattır ama biz buna alıştığımız için, bu hali kanıksamış olduğumuz için önem vermiyoruz, onun altındaki harika hallerin farkına varamıyoruz.

 

Tohum örneğini de bir kez daha vermemiz gerekiyor çünkü toprağın oluşması, bir tohumun toprağa düşmesi ve o tohumun toprakta yeşererek halden hale geçmesi de adiyattır.

 

Bir insanın ışık bedenden fizik bedene gelmesi, fizik bedende ömrünü yaşayıp tekrar ışık bedene ve diğer bedenlere hazırlanması da adiyattır.

 

Elest gününde “Elestü birabbiküm” hitabının altındaki nur bedenlerde toplanmış ayrı ayrı fert olacak insanların tamamı da adiyattır hatta o hal adiyatın başlangıcıdır.

 

Yukarıda belirttiğimiz gibi Adiyat; “Kün” emrinin “Feyekün” halidir. “Ol” emrinin “olmuş” halidir. Adiyat; Kün halinin bir anda Feyekün halini oluşturmasıdır. Bu kelâmda “Ol”dur çünkü “ol” emri bile zaman alır. Hâlbuki Allahü Teâlâ “ol” emrini zamansızlık ortamında demiştir. Kün'ün ilk Feyekün'ün de biz insanların ışık bedenlerinin nurları vardı ki bu Adiyat'ın başlaması idi. Feyekün'ün tamamlanmasına ise yani varlığa gelen, kâinatta olan her şeyin kâinattaki yaratılış amacına, yapılış amacına göre şekil, şemal, hal, vücut, renk, tat almasının tamamına Allahü Teâlâ Adiyat demektedir.

 

Aklınıza gelebilecek her şey adiyattır çünkü adiyat gözle görülen veya görülmeyen yapıların tamamıdır. Güneşin doğup batması, yağmurun yağması, bulutların dolaşması, karaların ve dağların yüz milyonlarca sene içerisinde yer değiştirmesi de adiyattır.

 

Adiyat'ın halleri de zamana tabidir. Kimisi an içerisinde olur, kimisi yüz milyonlarca yıl içerisinde olur. İnna lillah ve inne ileyhi raciun”da Allah'ın varlığında, Allahü Teâlâ'nın bizi ilk yarattığı hale döndüğümüzde, “İnna lillah ve inne ileyhi raciun” sözünün, varlığının, hayatının ve yaşamının içerisinde kâinatta insanın başına gelen en küçük yapıdan en büyük yapıya kadar oluşan, ölen, yok olan ve var olan her şeyin tamamının adı “Feyekündür. Bunu da Allahü Teâlâ bu ayette “Adiyat” ismi altında toplamıştır ve o Adiyat'ı da Allahü Teâlâ altı günde yaratılış gereği en az altı güç ve kudretinin, isminin altına yerleşmiştir. Bunun temel bilgilerini de “Altı Günde Yaratılış” kitabımızda ortaya koymuş ve açıklamıştık.

 

Vel adiyati”; Feyekün'de oluşan Adiyat'ın her halinin içerisinde bizim bilmediğimiz, Allahü Teâlâ'nın güç ve kudretleri ve onların isim almış halleri vardır demektir ve bunların tamamına da yine Adiyat denir.

 

“Dabhâyı iyi anlamamız için Kün emri ile oluşan Feyekün halini bilmemiz lazımdır. Elest gününden bu güne kadar bizim dünyamız zamanı ile yaklaşık 18 - 20 milyar yıllık bir zaman geçmiştir. Bilim adamları da bunu ortaya koymuşlardır. O süreçteki ışıktan hücreye doğru, hücreden varlığa doğru olan kâinattaki yayılma belli bir esinti ile sanki bir meltemin yayılması gibi, önüne katmış götüren bir rüzgârın yayılması gibi olmuştur ki varlığın bir arada orada toplanması da Rahmân'ın gücü ile olmuştur ve Rahmân halini almıştır. Bu yayılma hali ise “dabhâdır.

 

“Vel âdiyâtı dabhâ”; Allahü Teâlâ'nın sınırsız güç ve kudretlerinin oluşturduğu, Kün'den Feyekün'e geçen bütün varlığın, Elest'ten İnna lillah yolculuğuna çıkıp İleyhi raciun'da tekrar Elest'te buluşana kadar oluşmuş olan tüm varlığın, kâinata belli bir hız ile sanki rüzgârın önüne katılmış tozlar gibi, atomlar gibi sürülerek asla döndürülmesidir. Ayete vereceğimiz ilk mana özetle budur.

Allah (c.c) sayısız güç ve kudretlerini kâinat içerisinde, Feyekün halinde hangi varlıkları oluşturacak ise bu varlıklarda Elest'ten kâinata doğru yayılmaya başlamıştır ve bu yayılma halini oluşturan da “Dabhâ”dır. Allahü Teâlâ bu hali Zariyat Suresi’nde teyit ediyor; “Elbette kâinatı biz yarattık ve onu biz genişleticiyiz”. Ayetteki bu genişletme hali “Dabhâ”dır.

 

“Vel âdiyâti dabhâ”, Allahü Teâlâ'nın sınırsız güç ve kudretlerinden tecelli edip varlık almaya doğru yönelen ve kâinatı oluşturan en küçük yapıdan en büyük yapıya kadar hepsinin şekil, şemal, hal ve Allahü Teâlâ'nın dilediği özellikleri güç ve kudretleri alarak kâinata yayılmasıdır. Allahü Teâlâ “Vel âdiyâti dabhâ” ayeti ile “Benim güç ve kudretlerim her türlü halde, her türlü varlığı oluşturacak Feyekün adı altında kâinata yayılmaktadır” demektedir.

 

Dabhâ hali Elest’te başlamıştır. Dabhâ hali “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlamıştır. Besmele, “Allahü Teâlâ'nın tecellilerinin güç ve kudretlerinin varlığa yayılmasının en özel halidir”. Allah'tan zuhur edip, bütün ismi şeriflerinin güç ve kudretlerini cem'en toplayan, Allah halinden zuhur edip Rahmân kontrolünde Rahim olarak yayılması da bir manada Adiyat iken, yayılma hali de Dabhâ’dır. Allahü Teâlâ Allah'tan Allah'a yolculuğu “Bismillahirrahmanirrahim”de topladığı gibi onun iç açılımına da “Vel âdiyâti dabhâ” demiştir. “Vel âdiyâti dabhâ” bir manada da besmelenin bu sureye göre yorumudur.

 

Adiyat, Allah ismi şerifi altında İlah'ın bu Şen'de varlık âlemine yansıttığı güç ve kudretlerini koyduğu, onunla kontrol ettiği tüm hallerin cemini alır. Bu halden ilk ayrılan “Rahman duman halindeki göğe yöneldi”, “Rahman arşı istiva etti” ayetlerinin teyiti ile Rahman’dır. Ardından Rahim hali ile varlığı kontrol altına alması, kimisini Ruh’a kimisini Hay’a bağlaması ve oluşan varlıkların kendi varlıkları içerisinde Allahü Teâlâ'nın güç ve kudretlerine göre şekil, şemal, renk ve tat almasının tüm hali “Adiyat”tır. Bu oluşumda geçen zaman ve o zaman içerisinde varlıkların kâinatta yayılması da “Dabhâ”dır. “Vel âdiyâti dabhâ” bir manada da besmelenin kâinatın oluşumundaki şerhidir.

 

 

2- “Fel mûriyâti kadhâ”

 

Allahü Teâlâ'nın varlık âleminde gözle görülen veya görülmeyen varlıkları oluşturmak üzere kendi tecellilerini yayması ve onları halden hale, şekilden şekile, renkten renge, farktan farka geçirmesi tek boyutlu değildir. İlk ayetteki yayılma hali yani “dabhâ” hali de tek yönlü, tek satıh, tek düzey üzerinde değildir. Bu yayılma hali belli bir yöne doğru değil çok boyutlu, çok yönden ve küresel bir şekilde varlık âlemine yayılmadır.

 

Bu küresel şekilde yayılmanın oluşturulmasının altındaki güç “Fel” yani Allahü Teâlâ’nın yemin değerini taşıyan güçtür. Allahü Teâlâ kendi güç ve kudretlerinin iradesi altında tek yöne değil de çok yöne varlığın yayılması, küresel şekilde genişlemesi, boyutlar arasında veya çok boyutta yayılması anlamındadır. Burada da Allahü Teâlâ bu hali Mûriyât kelimesi ile değerlendiriyor. Mûriyât; “bayrak, bayrağının dalgalanması” demektir. Allahü Teâlâ bazı halleri Kur’ân’da örnekler ile anlatmaktadır. Bayrak da burada temsili kullanılmıştır. Bayrağın her yöne, dalgalar halinde salınması örnek alınmıştır.

 

“Kadhâ” da “yayılmak” manasına gelir. Ancak bu ayetteki yayılma çok yönlü ve küresel bir yayılmadır. Allahü Teâlâ Adiyat'ın varlık âleminde kâinatta yönelirken çok yönlü dalgalanarak yayıldığını “Kadhâ” ile ifade etmektedir. “Rahman duman halindeki göğe yöneldi” veya “Rahman arşı istiva etti” gibi ayetlere baktığınızda da bir küresellik görüyorsunuz. O küresel olarak her yöne yayılmaya da Allahü Teâlâ “Mûriyât” demektedir. Onu yayan da “Fel” kelimesinin altındaki kendisine ait irade, güç ve kuvvetlerdir.

 

Ayetteki küresel yayılışın en büyük ispatlarından bir tanesi de kâinatta oluşan her şeyin küre şeklinde olmasıdır. Bu küresel yapı oluşumun her yöne evrilip çevrilmesinden oluşmuştur ki bu halin oluşturulmasında Rahmân'ın çekim gücü, bir başka ismi şerifinin onu varlık âleminde bir yerde tutması ve yine Rahmân'ın onu belli bir noktada kontrol etmesi vardır. Bunu yanı sıra Rahim halinin o yapıyı yaşanacak veya yaşanmayacak bir hale getirmesi de vardır.

Bizim dünyamız gibi canlı yaşamına olanak verecek yapıdaki gezegenler olduğu gibi bizim Güneş sistemimizdeki hayat olmayan ya da var olan hayatın bitmiş olduğu gezegenler de vardır. Bizim dünyamızda dahi “burada canlı yaşayamaz” dediğimiz aktif yanardağların içerisinde, asit derecesi çok yüksek suların içerisinde yaşayan canlılar vardır. Bunların oluşturulması, bunların yayılması ve varlık âlemine gelmesi sadece Rahmân ve Rahim hallerinin değil başka ismi şerifilerinin güç ve kudretlerinin de oluşturduğu hallerdir ki bunların hepsi gene bu dalgalanmayı oluşturan “Fel” yemininin altındaki Allahü Teâlâ'nın güç ve kuvvetleridir.

 

Allahü Teâlâ'nın “Fel” yemininin yani kendi güç ve kudretlerini ortaya koymasının altında tüm isimlerinin birleşerek, birbirleriyle bağlantılı senkronize bir şekilde hareket etmesi vardır. Birbiriyle bağlantı tanımlamasını da bir boyuttan bakarak yapıyoruz çünkü genele baktığımızda zaten biliyoruz ki  O’nun güç ve isimleri birbirlerinden ayrı değildir. O'nun ne kadar güç ve kudreti o yemin değerinin altına girerse girsin Allahü Teâlâ'nın “Vahid” hali, “Tek” hali bozulmaz.

 

Zariyat Suresi'nde Allahü Teâlâ; “Kâinatı biz yarattık, biz genişletiriz” demektedir. Adiyat Suresi’nin 2’nci ayeti de “Fel'in altındaki ilahi güçlerin birleşerek ve birbirleriyle senkronize çalışarak kâinatı küresel bir şekilde genişletip onun içerisinde yapıları oluşturup yaymasını anlatmaktadır”. Bu ayet bir manada da Zariyat Suresi’nde belirtilen kâinatın genişleme halinin kürsel biçimde olduğunu açıklaycı bir haldir.

 

“Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi” Fussilet, 11

Fussilet Suresi’ne verilen genel mana budur. Aslında bu ayet; “Duman halindeki kâinatın içerisine güç ve kudretlerini ortaya koydu” manasını taşımaktadır.

 

Bu hal “kün” emrini alıp “feyekün” haline geçen ilk oluşan yapıları tarif etmektedir. Bu hallerin yayılması yani Adiyat'ın en alt yapıdan kâinata yayılması Dabhâ ile geniş küresel bir şekilde olmuştur.

 

O halde iken henüz kâinat içerisinde oluşmuş bir varlık yoktur. Her şey atom altı yapılar veya atoma yeni geçmiş yapılar halindedir. Ayette bu hale “duman halindeki kâinat” deniyor. Mûriyât'ın devreye girmesiyle Rahman kontrolünde küresel yapılar oluşturması, yörüngeler oluşturması ve onların da birleşerek galaksileri oluşturması, daha başka yapıları oluşturması genişleyen bir alan içerisinde çok boyutlu bir dalgalanma ile olmuştur. Ayetteki Mûriyât hali yapıların Allahü Teâlâ'nın Kün emrine itaat eden Feyekün halinin oluşmasının dalgalanarak genişleyerek bir yapı oluşturması anlamındadır. O yapının dalgalanarak ve genişleyerek yayılmasını da Allahü Teâlâ burada “Kadhâ” olarak almıştır. “Kadhâ”; belli formlar alarak sadece bir yöne değil çok yöne küresel şekilde varlığın oluşarak yayılması anlamındadır.

 

 

3- “Fel muğırati subhan”

 

Allahü Teâlâ bu ayetine de yemin ile başlamış. Bu ayetteki “Fel” yani yeminin altında O'nun Feyekün haline geçireceği yapıları oluşturacak güç ve kudretler vardır. Bu “Fel” kelimesinin altındaki güç ve kudretleri de Allahü Teâlâ'nın ayetteki Muğîrât kelimesinin altında oluşmuştur. Muğîrât; onu hükmederek yayan, onu tutarak yayan demektir. Muğîrât bir manada onun hükmüdür çünkü bir şeyi tutup yaymanız için önce onu tutmanız ve ona hükmetmeniz gerekir. Onu tutup yaydığını anladık, peki bunu hangi hali ele yapmaktadır?

 

 

Yaratılışın ilk başlangıcına baktığınız zaman Bismillah, Allah ondan sonra Rahman ve Rahim ilk devreye girenlerdir ama Allah (c.c) “Fel” altında bütün isimlerinin güç ve kudretlerini toplamıştır. “Allah” ismi şerifinin altında besmele ile varlık âlemine yayılıp onları yakalayan tutan halleri vardır. “Biz onun kabzasından tutar yakalarız” ayeti Allahü Teâlâ'nın yakalayan ve tutan halleri olduğunu bize teyit etmektedir. O tutma hali ise bizim zahirde anladığımız gibi elle tutulan, yakalanan bir hal değildir. O tutma hali ona hükmetmek için, onu yönlendirmek, şekil aldırmak, şekilden başka bilinçlere de hitap etmek için vardır. O yapıların nurdan hücreye kadar gelişleri bilinçli bir vaziyettetir çünkü bilinçli olmazsa kün emrine itaat edemez ve feyekün halini almaz. İşte o bilinç halinde tüm varlıklar bir arada toplanıyorlar. O bilinç de direkt Allah'a bağlı güç ve kudretlerin kontrolündedir. Allahü Teâlâ bu hali ayette “Muğîrât” kelimesi ile tek kelimenin altında toplanmıştır. Güç ve kudretlerini “Fel” kelimesi altında toplarken “Muğîrât” da o güç ve kudretlerin varlığı oluşturan her yapıya müdahalesini anlatmaktır.

 

Bu halde de Allahü Teâlâ kendisine Subhan diyor. O’nun her hali Subhan’dır. Subhan; yüceler yücesi, güçlüler güçlüsü, kudretliler kudretlisi, her şeye gücü yeten demektir. Subhan bir manada da İlah'ın bütün isimlerine kendi verdiği isimdir. Hatta Suphan ismi tek başına da güç ve kudret halini alabilir.

 

Tüm bu açıklamalar ışığı altında “Fel muğırati subhan”; “Fel kelimesinin yemin değerinin altındaki Subhan olan güç ve kudretleri kâinatı tutar, kontrol eder, yapı haline getirir ve yayar” demektir.

 

 

4 - “Fe eserne bihî nak'â”

 

Allahü Teâlâ varlığı nasıl bir ortamda hazırladığını, nasıl bir ortama yerleştirdiğini de dördüncü ayette anlatıyor. Allahü Teâlâ bir kelimenin içerisinde bir kâinatın bilgisini, bütün kâinatın oluşum ilmini veriyor; bu ilahi ilimdir, Allah hali böyle anlatır. Nasıl ki “Kün” kelimenin içerisine kâinatta ne kadar varlık olacaksa onların hepsinin bilgisini, ilmini, iradesini ve hallerini koyduysa burada da bir kelimenin içerisine bütün kâinatın ve içindekilerin ne halde olduğunu, nasıl oluştuğunu bizlere anlatıyor.

 

Eser; “emek sonucu ortaya konan yapıt, ürün” demektir. Bizler dâhil kâinatta olan her şey, varlığın en alt yapısından nurdan hücreye; hücreden makroya her yapı Allahü Teâlâ'nın eseridir. Eser, feyekün halleridir. Allahü Teâlâ bütün bu halleri, bütün bu eserlerin oluşum hallerini bizlere seyrettirdi. Bunun da şahiti Araf Suresi 172’nci ayetidir demiştik.

 

Bundan önceki ayetleri hatırlayacak olursak; varlığın genişleyerek dalga dalga kâinata küresel bir şekilde yayılması, Adiyat'ın varlık âleminde nur halinden görünür hale gelmesi ve görünür halde de kâinatta yerler edinmesi, gezegenleri, o gezegenlerin iç yapılarını oluşturması, en alt atom yapısından hücresel olarak toplanarak birlikte oluşturduğu o devasa gezegenleri oluşturması, kimisini yaşanabilir, kimisini ateş, kimisini buz, kimisini de gaz olarak oluşturması hepsi Adiyat'ın içerisindedir demiştik. Tüm bunlar “Allahü Teâlâ'nın eserleridir”. Bu eserleri meydana getiren hangi ismin güç ve kudretleri var ise bu ayetteki “Fe” yemininin altında toplanmıştır.

 

Bu eserleri oluşturduğu ve yerleştirdiği hali de Allahü Teâlâ “nak'â” olarak tanımlamıştır. “Nak'â”; lügat manası ile baktığımızda “suyun toplandığı yer” anlamındadır.

 

Mesela bir küp su, bir bardak su “nak'â”dır. Bir bardak ve içerisindeki suya ayet ile baktığımızda “nak'â”nın içerisine Adiyat (su topluluğu) girmiştir diyebiliriz. Bu ayette Allahü Teâlâ eserlerini sınırları olan bir kaba koyduğunu, kâinatın da bir sınırı olduğunu ifade ediyor. Çünkü başka bir Şen'de onun yanında başka bir kâinat yaratacağını bizlere söylüyor ve hatırlatıyor. Bunun gereği de Rahmân Suresi 29’ncu ayetidir; “O her an Şen’dedir”.

 

Bizim görüş kapasitemiz ile kâinatın sınırsız olduğunu düşünebiliriz. Elimizdeki en gelişmiş teleskoplarla bile kâinatın sadece bir kısmını görüyoruz. Bu yüzden varlıktaki görmemizle bizim o sınırı bilmemiz mümkün değildir. Bu yüzden de Allahü Teâlâ bizlere kâinatın sınırlı olduğunu bu ayeti ile anlatıyor.  Bu sınır ise Sidre-tül Münteha’dır.

 

Sidre-tül Münteha sınırının dışı Amâ iken Adiyat'ın varlığa yayılması Sidre-tül Müntehadan bu taraftır. Sidre-tül Müntehanın sınırları ayette “nak'â” olarak geçmektedir. Küresel olarak genişleyen kâinatın o küresel yapısının yüzeyini çevreleyen halini Sidre-tül Münteha olarak, “nak'â” olarak düşünürseniz onun içini dolduranlar da Allahü Teâlâ'nın sayısız isim güç ve kudretlerinin doldurduğu eserlerdir. Allahü Teâlâ ayete devam ediyor ve o hali “Bihî”, “O'nunla, Allah ile vardır”, “O'nun isim güç ve kudretleri ile beraber vardır” diyerek tanımlıyor. Sidre-tül Münteha yani “nak'â”’nın sınırları zaten berzahtır, Sidre-tül Münteha düz bir çizgi gibi değil balon gibi bir yapının dış çeperidir. O yapının içi ise eserlerini yerleştirdiği o “nak'â” halidir. O balon gibi yapının iç kısmı sınırları ile beraber “nak'â” olarak bu ayette ifade edilmiştir.

 

 

5 - “Fe vesatne bihî cem'â”

 

Bu ayete de Allahü Teâlâ yine “Fe” ile başlayarak yemin değeri olan güç ve kudretlerinin devam ettiğini ortaya koyup bizlere o “nak'â”nın tamamının henüz doldurulmamış olan bugünkü halini anlatıyor. Allahü Teâlâ bu ayette; “Kâinat geleceğe doğru ne kadar genişlerse genişlesin sonunda Elest'e, İleyhi raciun'da geri toplanacağı için vasat bir haldedir yani ortalama bir haldedir” demektedir. “Vasat”; ortalama bir haldedir manasındadır.

 

“Cem' â”, “Cem” topluluk, kâinatta var olan her şeyin bir arada görünmesidir. En küçük yapıdan en büyük yapıya oluşan her şeydir.

 

“Fe vesatne bihî cem'â”; “Onların cemi yani tamamı o “nak'â”nın, o kâinatın sınırlarında, o Sidre'nin içinde kalan o kâinat boşluğunun içerisinde ortalama bir yerdedir ve bitişi de öyle olacaktır”. Nitekim kâinat Sidre'nin dışına taşmadan kendi içinde çöküp yok olacaktır.

 

Allahü Teâlâ'nın zatından zatına tecellisini oluşturan Adiyat o “nak'â”nın içerisinde Vasat, ortalama bir yer tutmakta iken bütün o yapı belli bir müddet genişleyecek ama Rahmân'ın çekim güçleri onu daha fazla dışarı göndermeyeceği için çok daha fazla genişleyemeyecek ve tekrar kendi içine çökerek içindeki tüm varlıkla beraber yok olacaktır.

 

Allahü Teâlâ; “Nak'â’nın küresel bir şekilde Sidre-tül Münteha sınırlarının içinde kalan kâinatta doldurduğu yer ortalama bir yerdir” diyor. “Sınırlara dayanmadan, Sidre-tül Müntehayı da aşmadan ortalama bir yerdedir” diyor. Çünkü Sidre-tül Müntehayı aşarsa başka bir kâinata geçmiş olur. Başka bir kâinatta o “Fel” yemininin altındaki ilahi güç ve kudretler ise daha başkadır. O orada tahammül edemez, duramaz ve yanar. Biz bu halimiz ile başka bir kâinatta var olamayız. Çünkü bizler bu hallerimizi bu Şen'e göre aldık. Bir başka Şen'de ise bir başka hallerdeyiz. Aynı bilinçlere sahip olsak da hallerimiz, yaşadığımız yerler, sosyal ilişkiler, yiyecekler, içecekler, bakış hallerimiz, duyuş hallerimiz, duyularımız yani her şeyimiz çok farklıdır. Bu haller Tâ-Hâ Suresi’nin içerisinde vardır. İnşallah o halleri de Tâ-Hâ Suresi ile birlikte açacağız.

 

 

6 - “İnnel insâne li rabbihî le kenûd”

 

“İnnel insâne”; Allahü Teâlâ insandan bahsediyor. “Li rabbihî”; Rabininin öğrettikleri manasındadır. Ayette üzerinde düşünmemiz gereken kelime “kenûd” kelimesidir. “Kenûd”un bugünkü lügat manası “nankör”dür. Hâlbuki “Kenûd” unutkan olan ama bunu bilmeden yapan manasındadır. Aslında unutkanlık bir manada da nankör bir davranış olarak görülebilir. Örneğin çocuğunuz yapmadığı, unuttuğu bir davranış sonucu sizi üzebilir bu halde bilmeden bir hata işleyebilir bu durumda anne baba olarak ona bazen nankör diyebiliyorsunuz. Bir manada da yaptıklarını başa kakınca ona nankör diyebiliyorsunuz ama Allahü Teâlâ hiçbir şeyi başa kakmaz çünkü mülk O'nundur. İnsanı oluşturan yapı da kâinattaki her şey de O'nundur.

 

“İnnel insâne li rabbihî le kenûd” ayeti ile Allahü Teâlâ; “İnsan Rabbinin öğrettiklerini unutmuştur” demektedir. Kenûd; ayette nankör değil unutmuştur anlamında kullanılmıştır. “İnsan Rabbinin öğrettiklerini unutmuştur, o ilimleri hatırlayamaz durumdadır”.

 

 

7 - “Ve innehu alâ zâlike le şehidid”

8 - “Li hubbi hayri le şedîd”

 

Bu iki ayeti birlikte açalım inşallah. Allahü Teâlâ bu ayetleri ile; İlk oluşumu esnasında insanın varlığı O'nunla iken, Rab halinde cem iken; “bunlara şahittir” diyor. “Unutmuştur ama şahittir” diyor ve bizlere tekrar hatırlatıyor. Bizlerin Allah ile ilk yaratılışımız anındaki o muhteşem aşkı, o muhteşem sevgiyi, o şedid çok şiddetli, sınırları olmayan sevgiyi, o ilk yaratılış halimizi bu şekilde anlatıyor bizlere. Varlığa gelmiş, beden almış hallerimize de o sevgiyi tattırıp, bizlerdeki aktarı (Aktarı Semavatı) kırdırıp bu hallere olan şahitliğimizi tekrar tekrar hatırlatıyor. Bu O’nun bize olan sonsuz merhametindendir.

 

Allahü Teâlâ diyor ki; “Aslında insan Allah ile beraberken buradaki hali bunlara şahittir”. Bizler kâinatın oluşmasına, kâinatın yayılmasına, Sidre-tül Müntehanın sınırları içinde olan, bizim yaratıldığımız varlık âlemine geldiğimiz Şen'de olup olan biten her şeye şahidiz. Araf Suresi 172’nci ayetinde bunu bize hatırlatıyor ve “Sizi kendi yaratılışınıza ve kâinatın yaratılışına şahit tuttuk” diyor.

 

“Li hubbi hayri le şedîd”. Yaratılışın sıralama hallerini, onları bilme hallerini ilk olarak bizler Allahü Teâlâ'nın Rab halinden öğrendik. Allahü Teâlâ bu ayette de bizlere; “Benim rahmetim ve merhametim altında o hallerinize geçmeniz için sizlerin o şiddetli aşkı hatırlamanız lazım” diyor ve tekrarlıyor; “O ancak şiddetli aşk ile hatırlar”…

 

 

9 - “E fe lâ ya'lemu izâ bu'sira mâ fîl kubûr”

 

Allahü Teâlâ bu ayetine de yine yemin değeri taşıyan “fe” ile başlamıştır, güç ve kudretlerini “fe” altında göstermiştir. “Kubûr” kabir demektir. İnsanın bu bedeni de kubûr’dur. “Bu'sira” ise en hızlı, seri bir vaziyette anlamındadır.

Allahü Teâlâ bize bu halleri nasıl yaşayacağımızın müjdesini ve yolunu da bu ayetiyle veriyor ve; “Siz Allah'a aşk ile bağlanır, Elest Günündeki Rabbiniz ile cem halinizi hatırlayıp, o ilimlere tekrar vakıf olup o “Kenûd” yani unuttuklarınızı tekrar hatırlarsanız, çok hızlı bir şekilde kubûrunuzdan yani kabrinizden, Ya-Sin hitabı altındaki o bedeninizden çıkarsınız ve o aktarınızı kırarsınız” diyor.

 

 

10 - “Ve hussıle mâ fîs sudûr”

 

“Sudûr”; insanın iç âlemidir, varlığıdır. Zahir manada sadır, göğüs içi, kalbin olduğu yer olarak tarif edilir. “Hussile”; hâsıla gelir, olmaya gelir, açığa çıkar demektir.

 

Allahü Teâlâ 10’ncu ayette bizlere o hatırlama sonrası kazanacağımız halleri müjdeliyor ve; “Siz eğer o aktarınızı kırarsanız, o bedenlerinizden, kabirlerinizden çıkarsanız, o dünyaya dönük halinizi Hakk'a çevirirseniz, Elest günündeki o ilahi aşka O’nunla beraber bakıp, o ilahi aşkı hatırlarsanız; o bedenlerden çıkarsınız, size öğrettiğimiz sizin de seyrettiğiniz bütün ilimler varlığınızda oluşuma çıkar, hâsıl olur ve bu halleri tekrardan geri kazanırsınız” diyor.

 

 

11 - “İnne rabbehum bihim yevme izin le habîr”.

 

“Le habîr”; haber vermiştir demektir. “Yevme izin”; izin günü, Elest günü, Allahü Teâlâ'nın müsaade ettiği gün demektir.

 

Allahü Teâlâ Adiyat Suresi’nin bu son ayetinde bu hallerimizi zaten yaşadığımızı ve bizi buna şahit tuttuğunu söylüyor ve bu hallerimize hitap ediyor; “Elest gününde, o benimle ile beraber olduğunuz gün, Rab halinde, kendi varlığımda size “Elestü birabbiküm” deyip sizin nur hallerinizi kendi varlığıma alıp cem edip döndürürken, sizi kendi yaratılışınıza ve kâinatın yaratılışına şahit tuttuğumun haberini size vermiştim. Sizler zaten bunları Elest gününde öğrenmiştiniz” diyor.

 

 

Adiyat Suresi’nin bir boyuttan yansıyan manasını vermeye çalıştık. İnşallah başka bir zaman bir başka boyuttan yansımasını da veririz. Bu surede almamız gereken bir çok ders var. İnşallah bunları idrak eder ve bu halleri yaşarız. O varlığa geldiğimiz ilk andaki o şiddetli aşkı hatırlarız ve o hali tekrar yaşamak için kabir olan bu bedenlerimizdeki aktarları kırıp o hale geçeriz.

 

Cafer İSKENDEROĞLU